Borçlanma faaliyetleri kapitalizmle başlamadı şüphesiz ama kapitalist üretim süreci açısından kredi ilişkilerinin ayrı bir anlamı var. Ticari krediler önemli bir yer tutuyor bu süreçte. Daha sonra parasal ilişkilerin derinleşmesi ve bankacılık sisteminin güçlenip tekelleşmesiyle bankalar tekil sermayelerin ve tüketicilerin kendilerine aktardığından daha fazla kredi yaratma kapasitesine sahip oldular. Böylece ekonomide yaratılan toplam tasarrufun ötesinde bir finansman miktarı bankacılık sisteminden ekonomiye yayıldı.
Günümüzde hem devletler (sadece azgelişmiş ve gelişmekte olan değil gelişmiş, emperyalist devletler de) hem şirketler hem de hanehalkı bu borçluluk ilişkilerinin ortasında yer alıyor. Uluslararası Finans Enstitüsü’nün verilerine göre, 2019’un üçüncü çeyreği itibariyle dünyadaki toplam borçlar (devletler, şirketler ve hanehalkının toplamı) 253 trilyon doları bulmuş durumda. Bunun dünya GSYH’sine oranı %322.
Hanehalkı borçluluğunun çok yüksek düzeylere gelmesi ise görece yeni bir olgu. Türkiye’de hanehalkı borçluluğu gelişmiş ülkelere oranla daha düşük seviyelerde olsa da (gelişmiş ülkelere hanehalkı borçluluğu/GSYH oranı %100’ün üzerindeyken, Türkiye’de %15 civarı) yarattığı etkiler bakımından kayda değer. Ayrıca gelir düzeyi düştükçe borçluluk ve borçları ödeyememe vakaları artıyor. Bankaların tahsili gecikmiş alacakları son 1-1,5 yılda ikiye katlanarak 150 milyar TL’yi geçti, bunun 20 milyar TL’si tüketici kredileri ve bireysel kredi kartlarından oluşuyor.
Bankalar belli bir aşamada bu alacaklarını çok cüzi miktarlara varlık yönetim şirketlerine devrediyor. Bu şirketler ve taşeronları da borcunu ödeyemeyenleri türlü tacizler ve tehditlerle arayarak koparabildiklerini koparmaya çalışıyorlar. Bu konuda son dönemde çarpıcı bir veri de şu: 2019 itibariyle her 100 kişiden 78’i reddi miras talebinde bulunmaya başladı (2012’de bu oran %30’lardaydı). Birçok emekçi için ölüm, borçlardan kurtulmanın yegane yolu haline dönüşmüş durumda yani.
Emekçiler mücadeleyi büyütüp daha çok kazanım elde edemedikleri ölçüde, bu borçluluk batağına daha çok saplanıyorlar. Bir yandan geçimlerini sürdürmek için borçlanma yoluna giderken diğer yandan da bu borçluluk ilişkileri onları sisteme daha çok bağlıyor. Ayrıca bu durum finans kapitalin yarattığı kredilerin realize olması işlevini de görüyor.
Bu noktada, “borçların ödenmeyip gelirlerinin artırılması” emekçiler için kısa vadede kayda değer bir talep olabilir. Ama talebin burada kalıp sistem içi bir hamle olarak sönümlenmemesi için (örneğin devlet pekâlâ bu 20 milyar liralık krediyi bankalardan 1 milyar liraya satın alıp silebilir ki bu tutar mevcut bütçe açığının yüzde 1’i bile değil) olayın kökenini de göz önünde bulunduran sistem karşıtı ve uzun soluklu bir mücadeleye evrilmesi de elzem.
Borçlandırılan milyonlarca emekçinin bu mücadele içerisinde yer almasının olanaklı yolu ise özgüçlerinin farkına varmalarını sağlayacak örgütlenmelere sahip olmalarıdır. İşyerlerinde komite komite örgütlenen, kendi meclislerinde karar alan, bürokratik sarı sendikalarda muhalefet geliştiren, bağımsız sendikalarını kuran, direnen, dövüşen emekçiler yarının borçlular hareketini kuracak olanlardır. “Geçinemiyoruz” diyerek kendi bedenini ateşe verenlerin, siyanür içerek canlarına kıyanların, kendini evin tavanına asanların, köprüden atanların, stresten kalp kriziyle hayatını kaybedenlerin, biteviye öldürülen tüm yoksul emekçilerin “ödemiyoruz” diyeceği gün çok uzak değil. Yeter ki bıkmadan usanmadan, biriktirerek örgütlenelim, mahallede, fabrikada, plazada, işçi havzasında…
*Bu yazı Komite Dergisi’nin Şubat 2020 tarihli 17. sayısında yayınlanmıştır.