Ölmüş Eşek Kurttan Korkmaz!

* Bu yazı, Komite Dergisi’nin, Covid-19 salgını nedeniyle dijital ortamda yayınlanacak olan Nisan 2020 tarihli 18. sayı başyazısıdır.

Türkiye’nin Suriye politikasının eninde sonunda İdlib’te duvara çarpacağı, hükümet destekçisi olmayan herkesin ortak kanaatiydi. Kremlin’in bu felaketi geciktirmek için elinden geleni yapmasını kendisine gücünden, vazgeçilmezliğinden dolayı açılmış sonsuz bir kredi ve/veya bir Rus zaafı olarak gören şuursuz zihniyet hakikatle, çoğunluğu askerliği güvenceli bir iş olarak gören yoksul çocukların kanı üzerinden tanıştı. Hükümet, şu an hiç değilse Suriye dersinin Rusya kısmını anlamış görünüyor. Suriye Arap Cumhuriyeti ve Mukavemet Eksenine dair bir ders alınıp alınmadığı ise meçhul!

Türkiye’nin İdlib’deki durumu, Suriye hükümetinin Türkiye’nin hiç değilse Fırat’ın batısında girdiği topraklardan bir an önce çıkması talebinin kendisine dayatılması öncesindeki son engel olarak gördüğü ortadaydı. Öyle ya, Suriye’nin toprak bütünlüğü teranesini dilinden düşürmeyen ama terörizm bahanesinin arkasında bu toprak bütünlüğünü fiilen tanımayan Türkiye, ABD’nin dahi Rusya’ya bıraktığı Fırat batısında devlet kontrolünde olmayan hiçbir yer kalmayınca fiili durumunu savunamaz ve Rusya’dan gelecek askerini çekme talebini silahlı çatışmayı göze almadan reddedemezdi.

Üstelik İdlib’den farklı olarak Afrin ve Şehba’daki Türk varlığının Batı’da pek desteği yok. Oysa Türkiye İdlib’i hala Esad zalimliğinden kaçanların saklandığı bir sığınak olarak betimleyebilirdi. Batı ana akım basınının İdlib’deki grupları tanımsız bir “isyancılar” sıfatıyla yaftalaması ve böylece zımnen Arap Baharı’nın düşmemiş son kalesi anlatısına bağlaması da Türkiye’nin bu noktada işini kolaylaştırmaktaydı. Batı ana akım basının neredeyse istisnasız olarak bu noktada Pravda’nın Sovyetler döneminde Kremline bağlı olduğu gibi Atlantikçi dış politika çizgisine bağlı olduğunu unutmamak gerekir. Korku ve daha da çok ideolojik bağlılık doksanlardan itibaren her uluslararası kriz ve çatışma ortamında Atlantikçi anlatının hiç değilse gerektiği süre boyunca hakikat yerine geçmesini sağlamıştır.

Türkiye Suriye’de bu avantajı kullanmak niyetindeydi. Bu bakımdan İdlib isyancılarının doğrudan askeri destek olmadıkça Suriye Arap Ordusu ve müttefikleri karşısında tutunamayacağı ortaya çıktıkça TSK’yı ortaya sürmekten çekinmediler. Her şeyden önce AB ülkeleri ve ABD’nin yukarıda bahsettiğimiz Atlantikçi dogmalar yüzünden bir noktada fiilen araya gireceğini umdukları daha sonraki hamlelerinden ortaya çıkmaktadır. Ruslar, Suriyeliler ve müttefiklerinden çekinmek için de bir neden görmüyorlardı. Uçaklarını düşürdük, pilotlarının ve büyükelçilerinin infaz edilmesini seyrettik Ruslar bir şey yapmadı, Suriye’ye ellilerden beri darbe girişimlerini ve Suriye İhvanı desteklemek dâhil her şeyi yaptık askeri olarak Türkiye’ye doğrudan hiç karşılık vermediler gibi düşüncelerle akıl almaz bir biçimde Türk Silahlı Kuvvetleri İdlib’de kamuoyuna da ikna edemediği bir biçimde bir askeri maceraya girişti. Sonuç ortadadır.

Peki, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin İdlib’de desteklediği silahlı güçler kimlerdir? Batı ana akım basını dâhil kimse müphem bir isyancılar söyleminin ötesinde detay vermeye yanaşmamaktadır. İdlib’deki isyancıları kabaca üç başlıkta toplayabiliriz: Birincisi doğrudan Türkiye’nin paralı askerliğini yapan bu amaçla Libya’da bile sahaya sürülen Suriye Milli Ordusu unsurlarıdır. İkinci başlık aslında Türkiye’de var olan rejimi tağut sayan ama esas düşmana karşı onunla her türlü işbirliğini yapmaya dini metinlerde türlü gerekçe bulan El Kaide biatlısı gruplardır. Bunların arasında önemli miktarda yabancı savaşçı vardır. İdlib operasyonu sırasında havuz medyasının mikrofon uzattığı Suudi kadı Muheysni, bölgedeki Uygur, Kafkas ve Özbek kökenliler gibileri bu kümededir ve genellikle sağlam bir cihat deneyimine sahip oldukları için de paralı askerlerden daha etkin savaşçılardır.

Son başlıkta ise başlı başına bir güç olan Heyet Tahrir el Şam(HTŞ)’ı saymak gerekir. Bu örgüt ve lideri Colani küresel cihat hedefini şimdilik rafa kaldırmış ve böylece Suriye’yi ne pahasına olursa olsun İsrail güvenliğine tehdit oluşturmayacak bir rejim haline getirmek isteyen Atlantikçi şahinlerle iş tutabilir pozisyona gelmiştir. Bununla birlikte, Batı kamuoyundaki kısmen İslamofobiden de beslenen 11 Eylül sonrası genel hava yeni bir Rambo 3 filmini imkansız kıldığı için ve Colani de daha fazla pragmatik bir tutum takınmadığından ve de başka tavizlere yanaşmadığından bu ortaklık bir türlü resmi olarak gerçekleşmemiştir. Fakat HTŞ’nin Türkiye ile düzeyli bir ilişkisi vardır ve bu ilişki operasyon esnasında da açıkça ortaya çıkmıştır.

İdlib hesapsızlığının sonu trajik bir biçimde gelince, yani masada kuvvetli olmak için sahada var olmak gerekir diyenler sahanın gerçekleriyle acı bir biçimde tanıştıktan sonra, öncelikle iç kamuoyundaki algıyı düşünerek hareket etmişlerdir. Kremlin’in kapısındaysa içlerinde bulundukları durumun pekâlâ farkında olduklarını her hal ve tavırlarıyla ortaya koymuşlardır. Sonuçta Suriye Arap Ordusu ve müttefiklerinin operasyonun bu kısmında ulaşmayı planladığı hedeflerini hiç değilse kâğıt üzerinde güvenceye alan bir metin ortaya çıkmıştır. Buna göre, Halep şehrinin güvenliği sağlanmış ve Halep şehrinin karayoluyla Şam ile Akdeniz kıyısına ulaşımı konusunda mutabık kalınmıştır. Bunlardan sadece Akdeniz kıyısına karayolu ulaşımı yani M4 karayolu konusu ile ilgili Türkiye’nin işbirliğine ihtiyaç vardır, diğer başlıklar askeri yollarla sahada zaten çözülmüştür. M4 konusunda Rusya’nın Türkiye’ye Mart sonuna kadar süre tanıdığı ifade edilmektedir.

Yukarıda bahsettiğimiz üç küme isyancıdan birinci küme dışındakiler M4’ü savaşmadan terk etmeye niyetli değildir. Bu konuda Türkiye ile çatışmayı bile göze alabileceklerine dair emareler vardır. Bu noktada Türkiye ısrarlı tutum alırsa Suriye politikasının başka hesapsızlıklarının da çok trajik sonuçları olabilir. Bununla birlikte artık burnuna kadar Suriye bataklığına saplanmış olan Türk diplomasisinin seçeneği de kalmamıştır. Rusya’nın kendine uzattığı her dala tutunmak zorunda kalınmıştır, anlaşıldığı kadarıyla 15 Temmuz ve sonrasındaki süreç Beştepe ve Kremlin arasında özel bir ilişki ortaya çıkarmıştır. Reis Atlantikçiliğe epey ihtiyatla yaklaşmaktadır. Zaten, özellikle ABD’nin hele de seçim döneminde Suriye’de askeri bir taahhütte bulunması olası değildir, Avrupa’nın ise böyle bir gücü ya da iradesi yoktur. Herhalde Türkiye’nin tutumu M4’ün kuzeyine çekilip güneyde Rusya’nın istediği düzenlemeyi yapmasına göz yummasıdır. Elde kalan son İdlib toprağı için karşı taraf oyalandığı kadar oyalanmaya çalışılacaktır ki sıra Afrin ve Şehba’ya gelmesin.

Tüm bu olup bitenin en çarpıcı sonucu Suriye Arap Ordusu’nun tarihinde ilk defa Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ateş açması olmuştur. Anlaşılan Suriyeliler bunun sonuçlarını da umursamıyorlar zira başlıkta belirttiğimiz gibi “ölmüş eşek kurttan korkmaz” Türkiye’nin de katkısıyla dokuz yıldır iç savaşta olan Suriye’nin hiçbir çekincesi kalmamıştır. Böylece masada güçlü olmak için sahada olmak gerekir takımı Türkiye’nin ne kadar varsa o kadar yumuşak gücünü sahada müflis tacir gibi yemiş oluyor. Artık Türkiye denince reel politik hesabı yapanlar İdlib’de yenilmiş bir güç görecekler. Masada da bu tespite göre muameleye maruz kalacaksınız.

Yazıya Suriye’yi aşan bir tespitle son verelim. Başından beri Türkiye’nin Afrika’dan Balkanlara ve Ortadoğu’ya daha girişken siyasetinin sadece AKP’nin Yeni Osmanlıcı ideolojisiyle açıklanamayacağını, aynı zamanda Türk sermaye sınıfının yeni küresel konjonktürde kendi sıkletine uygun bulduğu siyasetin de bir türden yayılmacılık gerektirdiğinin altını çiziyoruz. Saray rejimi olsa olsa bu noktada vur dendiğinde öldürmüştür. Bu bakımdan Türkiye’nin doksanlardan itibaren Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar diyerek çıktığı yolda Yeni Osmanlıcılık bir anomali gibi değil, olsa olsa bir aşırılık olarak görülebilir. Devlet mimarisinde TİKA gibi DEİK gibi kurumların bu süreçte öne çıktığı bir sır değildir. Bu bakımdan toplamda kuşkusuz Suriye fiyaskosu bu hükümetle yakından ilintili olsa da bu fiyaskoya yol açan eğilim onları çok aşar. Bugün Türkiyeli bir antiemperyalist tutum Somali’den, Kosova’ya ve tabi ki kuşkusuz oradan da Orta Doğu’ya Türkiye hükümetlerinin ve sermayesinin temsil ettiği tüm değer ve yönelimlere karşı çıkmayı da gerektiriyor. Bunu görmezden gelmek cahillik değilse işbirlikçiliğidir.