Bu sözler bu isyan proteste konsept

Son on yılımızı hatırlayalım… 80’lerle tohumları atılan, 90’larda SSCB’nin yıkılmasıyla yükselen, “tarihin sonu” çığırtkanlığıyla tüm dünyaya egemen olan neoliberalizmin ekonomik, politik ve ideolojik olarak darbeler aldığı yıllara şahit olduk. Dünyanın dört bir yanında ortaya çıkan kitlesel ayaklanmaları ve bunların geri çekilişlerini gördük. Herhangi bir toplumsal talebin ya da itirazın hızlıca siyasallaştığını deneyimledik. Kendiliğinden kitlesel hareketler ve giderek artan bireyselleşme formları düzeni sorgulamaya, teşhir etmeye ve hatta yıkmaya kalksa da sonucunda -bunun nedenleri ayrı bir yazının konusu- “muhaliflik” bir kimlik haline geldi.

Neoliberalizmin aldığı darbeler şu an için onu yıkmadı ve de yıksa bile yerini kendiliğinden sosyalizme bırakacak değil. Ancak özellikle genç kuşakların ağırlığının olduğu bu kendiliğinden ayaklanmalar kültür ve sanat alanındaki hakim neoliberal ideolojide gedikler açtı, farklı bakış açılarını dayattı. Gençliği “artık nüfus” haline getiren kapitalizm -bu nedenle de tüketimde en önemli toplumsal kesim olan- gençliğin tarihsel hafızasına ayak uydurmak zorunda kaldı. Başka bir deyişle talep edileni arz etti. İlla ki her dönem varolan düzeni eleştiren, sorgulayan filmler ve dizilerin son yıllarda artışını da böyle okumak lazım. ABD övgüleri ve anti-sovyetik nameleriyle tüm dünyanın gönlünde taht kuran Netflix’teki her bir dizide en az bir anti-kapitalist karakter var. Ana konuyu kapsamasa da dizi veya filmlerdeki temalardan biri, genelde meşruiyet halkası geniş olan toplumsal hareketlerle ilintili. Ancak bu, Netflix yapımcılarının bir anda sosyalizan bir politik ufka ulaştığını düşündürmesin bize.

Dünya çapında yaşanan ekonomi-politik kriz ve neoliberal hegemonyanın her gün daha büyük kalabalıklar tarafından teşhir edilmesi, irili ufaklı isyanların artması; sinema tekellerine düzenle hesaplaşan en karizmatik anti-kahramanın hikayesi Joker’i, beş gencin kurduğu otonomla Almanya’nın altını üstüne getirdiklerini gösteren Wir sind die Welle ‘yi, en baştan toplumu inşa etme şansı gençlerin elinde olsa ne yaparlardı sorusunun cevabıyla Society‘i, özellikle neoliberal dönemde dünya kaynakları ve bunlardan elde edilen karın ne kadar eşitsiz dağıldığını ve zengin-fakir ayrımının artık yaşam-ölüm kadar net olduğunu herkese gösteren Altered Carbon‘u, kadere boyun eğmemeyi ve “açlık varsa çalmak isyandır” şiarını herkese kabul ettiren La Casa De Papel‘i, fantastik bir yapımda dahi karakterlerden birinin radikal çevreci eylemlerle baş kahramanla yol tuttuğu Ragnarok’u, kapitalist düzen ve onun sonunun bir dehşet olduğunun farkına varan ve gelecekten gelen insanların bir şeyleri düzeltmek için bugüne döndüğü Travelers’ı yaptırıyor. Bu isyanların ve teşhirlerin örgütsüzlüğünden, sosyalizmin bir alternatif olarak teorik/politik olarak inşa edilememesinden kaynaklı da düzen karşıtlığının içeriği boşaltıyor ve onu alınıp satılabilen hızla tüketilebilen bir kimlik, bir dizi karakteri, bir film repliği, popüler bir Çav Bella sahnesi haline getiriyor. Daha somut olsun diye Türkiye’den örnek verirsek edebiyat alanında Ot, Kafa, Bavul gibi dergilerle yapılan da aslında bu. Kitlelerin yıkıcı gerçek mücadeleleriyle sektöre dayatılan düzen karşıtlığı artık dergilerle, filmlerle, dizilerle edinilebilen bir kimlik haline geliyor. Onu okumak, izlemek, paylaşmak düzene karşı bir eylem halinde olmaya tekabül ediyor. İktidar perspektifi silikleşiyor; eleştiricilik, muhaliflik türetiliyor. Özellikle gençlik kesimlerinin taleplerinin karşılanması için üretilen içerikler aynı zamanda düzen karşıtlığının ehlileştirilerek yaygınlaştırılmasını ve popülerleşmesini sağlıyor. Bu tarz işler bir yandan eylemeye de bir araya gelmeye de çağırmazken öbür yandan yeni genç kuşakların isyanı duymasını, anti-otoriterliğin yaygınlaşmasını sağlıyor.

Peki böyle bir ikilikte alınması gereken konum ne olmalıdır? Genel olarak solda hakim olan eğilimlerden biri bu tür yayınların, içeriklerin takip edilmemesini söylüyor ve bunları izleyenleri eleştiriyor. İkincisi ise bu içeriklerin kendisine hiçbir eleştiri getirmiyor, adeta milyar dolarlık yapımcı şirketlerinin reklam ajansı gibi davranıyor. Temel mesele ise izleyenleri eleştirmek ya da izleyenlerin peşine takılmak değil. Toplumsal kesimlerle ilişkiye geçmek için onların davranış tarzlarını bilmek, öğrenmek, takip etmek ve ona en iyi şekilde hakim olmak gerekir. Devrimciler aynı zamanda bunları takip etmekle yetinmeyip buralardan dersler de çıkarmalıdır. Sonuçta bunları ortaya koyan yapımcılar politik bilinçten yoksun değillerdir. Hatta onlar tam aksine kendi sınıflarının -sermaye sınıfının- bilinciyle hareket ederler ve yaptıkları işin sınıf mücadelesinin bir parçası olduğunun her zaman farkındadırlar. O yüzden devrimciler bu yayınları sonuca odaklı olarak değil, sonunda anti-komünist ya da düzen içi bir seçenek çıktı diyip kestirip atmayarak süreçsel olarak irdelemelidir.

Devrimciler sunulanı alır ve onu düzenin yıkılması yönünde değiştirmek için mücadele ederler. Bu yüzden toplumun yoğun olarak izlediği yayınları takip etmekle birlikte o yayınlardaki burjuva ideolojisiyle mücadele etmek olmazsa olmazımızdır. Bu yayınlar yukarıda da bahsettiğimiz gibi toplumsal yaşamdan ve çelişkilerden bağımsız üretilemez. O yüzden yayınlarda var olan devrimci veya karşı devrimci fikirlerin gün yüzüne çıkarılması ve teşhirinin sağlanması gerekir. Bu da tek başına yeterli değildir, burjuvazinin hakim olduğu bilgi ve teknolojiye ulaşmaya ve onu aşmaya dair bir yoğunlaşma da elzemdir. Bu yoğunlaşma en ileri teknolojiyle propaganda aygıtının güçlendirilmesini ve yaygınlaştırılmasını hiç şüphesiz kapsamaktadır. Bu yüzden devrimciler ekonomik, politik bağımsızlığından taviz vermeden işçinin, gençliğin, kadının, işsizin, emeklinin ezcümle tüm emekçilerin hakikatini yansıtacak, çelişkileri teşhir edecek kendi kanal ve araçlarını yaratmalıdır.

Geleceğin şiirini yazacağımız gibi, geleceğin filmini de biz çekeceğiz!

Bu yazı, Komite Dergisi’nin, Covid-19 salgını nedeniyle dijital ortamda yayınlanan Nisan 2020 tarihli 18. sayında yayınlanmıştır.