Bir Alternatif Yanılgısı: Bireyciliğe Övgü

Normal şartlarda bireylerin gündemleri özel hayat meşgaleleri, yaşı, sınıfsal konumları, öncelikleri, ilgi alanları ve hayatı anlamlandırma biçimlerine göre değişir fakat bugünlerde birçok “normal” şey değiştiği gibi bu da değişti. Herkesin öncelikli gündemi pandemi, tabii farklı saiklerle. Gündemimiz Corona tarafından bu denli işgal edilmişken film analizlerimizi de bu yöne bükme ihtiyacı duyduk ve aslında sistemsel krizlerle distopyalar arasındaki açıya biraz daha yakından bakalım istedik. Yine de korku ve ölüm pornografisiyle sinizmi yoğuran paranormal bir filmi değerlendirmek içimizden gelmedi, bu sebeple 2006 yapımı Children of Men filmini seçtik. Filmin ismi Türkçe’ye “Son Umut” olarak çevrilmişti. Yönetmenliğini Alfonso Cuarón’un yaptığı filmde Clive Owen, Clare-Hope Ashitey, Julianne Moore gibi önemli oyuncular rol alıyor. Birçok kişinin izleyip hatta unuttuğunu tahmin ettiğimiz film 2027’de geçiyor. Kurgulanan distopyaya sadece 7 yıl kaldığını fark ederek filmi bir kez daha izlemek biraz can sıkıcı olabiliyor ama filmin tutarlılığını sınamak için de bir fırsat.

Tıpkı şuan pandemi döneminde deneyimlediğimiz gibi finans kapitalin ayaklarına yaslanan devlet, kurduğu yaşanabilirliğe dair makullüğü ne kadar kaybederse o kadar saldırganlaşıyor ve rıza üretemediği yerde neoliberal polis devletleriyle somutlanan belirsizlik ve korku üzerinden meşruiyet devşiriyor. Filmi bu kadar can sıkıcı kılan bugüne yakınlığının dışında, bu kadar “sıradan” bir günlük hayatın içinde geçiyor olması. Yani ekrandan üzerinize zombiler atlamıyor ya da yerküre ortadan ikiye bölünmüyor; yaşadığımız anın normalliği kadar normal bir akış var filmde ve yaşananlar o anlamıyla pek de sıra dışı değil. Fakat şu soruyu içinizden geçirmeden bu sahneleri de bu günleri de izlemek imkansız: Kocaman otoritelerce kabul edilen yaşam hakkı dokunulmazlığı “hangi yaşam” ve “hangi insan” için?

Filmin başından sonuna kadar gri ve siyah tonlarda şehir manzaraları görüyoruz. Bu anlamıyla mega kentler rengarenk bir keşmekeş içinde değil de daha çok “terk edilmiş” bir halde, tıpkı şuan olduğu gibi. Filmde günün hangi saatinde olduğunuzu anlamayı zorlaştıran iç sıkıcı gökyüzünün rengi de sanıyoruz ki zaman algısının kırılganlığı ve hava kirliliğine dair bir vurgu. Gelelim filmin konusuna; insanlığın tarih boyunca en büyük korkusu olmuş olan bir “tür” olarak yok olma korkusu filmin alt metnini oluşturuyor. Senaryoya göre dünyadaki tüm kadınlar artık kısırdır, yani artık hiçbir doğum gerçekleşmemektedir. Filmin ana motivasyonu bu korku üzerine kurulu olsa da birçok yan tema da bulunmakta. İngiltere’de geçen filmde hangi coğrafyadan olduklarını anlamakta zorlandığımız çok sayıda göçmen var ve devlet, insan türünün devamlılığı için türlü çabalar içindeyken bir yandan da göçmenler kafeslere kapatılarak sınır dışı edilmektedir veya işkenceyle öldürülmektedir. Buradaki karikatürize karşıtlık filmin can alıcı noktasını oluşturuyor çünkü filmin macerası hamile bir göçmeni kurtarma operasyonu içinde köpürüyor. Bu noktada, başroldeki Theo dünyanın kurtarıcısı olarak devreye giriyor. Devlet göçmenlere sistematik bir yok etme politikası uygularken bir yeraltı örgütü de göçmenlerin yaşam hakkını savunmakta. Örgütün lideri ise Theo’nun eski partneri ve hamile göçmeni belirlenmiş güvenli yere götürmesi için Theo’dan yardım ister. Burada lider Julian’ın Theo’yu seçmekteki temel motivasyonu tartışmaya açık; devlet büyüklerinden yakınları bulunduğu için, onu özlediği için ya da Theo gençken onurlu bir mücadele insanı olduğu için onu seçmiş olabilir. Theo gençken onurluymuş ama şimdilerde alkolik ve aynı derecede apolitik bir eski solcu. Theo, eski aşkının güveni sebebiyle tatmin mi hissetmek istedi yoksa tek sebebi örgütün ona teklif ettiği para mıydı bilemiyoruz ama görevi kabul etti.

Theo, örgütün hamile kadını ve bebeğini bir propaganda aracı olarak kullanmayı düşündüğünü öğrenir öğrenmez kadını ve bebeği yalnızca devletten değil, örgütten de kaçırmak için işe koyuldu. Üç cephesi bulunan mücadeleye dair izlenimimize geçmeden önce bu distopyaların feminenliğine değinmeden edemeyeceğiz. Kadınların kurtarıldığı, bir kadına duyulan arzunun distopyadaki kurtuluşu getirdiği ya da söz konusu distopyanın kadın cinselliği ya da doğurganlığı yüzünden yaşandığı senaryolar ataerkinin en kolay çıkış yolu olan “kadın failleştirmesinin” bir büyük resmi gibi. Gelelim filmin 3 (erkek) ana aktörüne; göçmen düşmanı ve saldırgan devlet, göçmenlerin yaşam hakkını savunan fakat çeşitli ayak oyunlarıyla kadın liderini öldüren ve tıpkı devlet gibi insanı ve yaşamını metalaştıran örgüt ve Theo. Filmin verdiği mesaj, faşizmle Sovyetlerdeki Stalinist dönemi aynı kefeye koyan, şiddetin her türlüsüne karşı ama devlet şiddetini görünce adımlarını geri geri atan, örgütlü mücadelelerin tümüne devlet ağızıyla art niyet kusan orta sınıf liberal insan düşüncelerinin bir yansıması gibi. Tarihi ilerleten praksis değil, insan sevgisi; dünyayı kurtaran da örgütlü mücadele değil, bizim eski solcu alkolik Theo. Tam bir 2020 hümanizmi. Filmin yazarının (film bir kitap uyarlaması) saflık derecesinde iyi niyetli bir insan sevgisi olduğunu ve öne çıkan kahramanca iradelere güvenmemiz gerektiğini düşünen dünyayı algılayış biçimi biraz sinir bozucu değil mi? Bu sinire dokunan “baş aşağı duruşu” düzeltmek gerekirse; sınıf çelişkisinin giderek farklı veçhelerle derinleştiği günlerde devlet işçi sınıfına, kadınlara, göçmenlere, cümle alem ezilene açıkça savaş ilan ederken makul yurttaşı tanımlayıp kalanını öğütürken liberalizmin kahraman torunları kendini ortaya atmaz. Onlar, “biraz da şu dişini sık” dedikleri sürdürülebilirlik formülleri üfürürler ancak. Children Of Men muhalif sayılabilecek, insanların içindeki devlete karşı olan öfkeyi körükleyebilecek bir film olabilir. Ancak, devletin kötü olduğu düşüncesini kabul etmenin tek başına bir anlam taşıdığını düşünmek bizi var olandan bir adım daha iyiye götüremeyecektir. Filmin alternatif olarak sunduğu yol ise bizleri bireysel çabaları yüceltmeye, bir kahraman beklemeye ve sinizme motive eder. “Devlet kötü ama güveneceğiniz daha iyi bir mücadele hiçbir zaman olmayacak” mesajı tam da hakim sistemin, varlığını sürdürmesi için ihtiyacı olan şey. Yalnızca bu filmde değil, izlediğimiz çoğu filmde bu mesajı görüyoruz. Ancak hakikatin bu olmadığını biliyoruz.

Biz söyleyelim, savaşta iki taraf vardır: Devlet ve ezilenlerin örgütlü mücadelesi!