Hangi Taraftasınız?

Salgın döneminin başlangıcı itibariyle iktidarın aldığı ve almamayı tercih ettiği önlemler siyasetinin açık bir yansıması olarak sermayeyi kollayan, kadınları, çocukları ve emekçileri bu koruma kalkanının en dışında bırakan bir nitelik taşıyor. Yakın süreçte yürürlüğe giren İnfaz Kanunu bu siyasetin yürütülüş biçimlerinden yalnızca bir tanesi. İlk bakışta cinsel dokunulmazlığa ilişkin suçlar ve kasten öldürme suçlarının infaz düzenlemesinin kapsam dışında bırakılması kadınlar için olumlu bir yön olarak gösterilmeye çalışıldıysa da, yaratacağı sonuçlarla yasaların bir kez daha şiddet gören kadınlar ve çocukların değil, şiddet faillerinin arkasını kolladığı ortada. Geçtiğimiz günlerde, eşi Rukiye’yi bıçakladığı için tutuklu bulunan Müslüm Aslan, tahliyesinin ardından boşanmak istediği için Rukiye’yi darp ettikten sonra 9 yaşındaki kızı Ceylan’ı döverek öldürdü. Rukiye ve Ceylan’ın yaşadığı kadınların hakikatidir, onların biricik hikayesi değil.

Bu yasa ile yaralama, tehdit, işkence, eziyet, cebir, hürriyetinden yoksun kılma gibi kadına şiddetin altyapısını oluşturan birçok suç faili tahliye edilmiş oldu. Bu fiillerin tek tek kime karşı işlendiğini tespit etmek mümkün olmadığı gibi TCK’da ‘’kadına karşı şiddet’’ gibi bir düzenleme zaten bulunmuyor. Bu da cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçların ve kasten öldürme suçu failleri dışındaki tüm şiddet faillerinin serbest kalıyor olması demek. Haklara erişim noktasında halihazırda sıkıntı yaşayan kadınlar karşısında uygulanan bu af şiddetin önünü açmak demek. Sokağa her çıktığında kadınların bir köşe başından çıkacak erkek kardeşinden, babasından, eski kocasından korkması ve şiddet karşısında suskunlaşması demek.

Kadına yönelik şiddet kamusal ve sistematik işleyen bir sorundur. Fakat aksinin temelleri, fiziksel veya sözlü saldırının, tacizin, evlilik içi tecavüzün, çocuk istismarlarının şikayete bağlanmasıyla atılmıştı. Kamusal olan bu şiddet, yine kamusal olarak tüm kadınları ilgilendirir. Devlet burada kadına ve çocuklara yönelik şiddet sorununu çözme ve defetme yükünü, bu şiddetle karşı karşıya kalanların omuzlarına yüklemiş ve kendisinin siyasi sorumluluğundan kaçınmaya çalışmıştır. Suçluların tahliyesinin ardından ise İstanbul Sözleşmesi ile koruma altına alınan tahliye durumunda erkek şiddetti dolayısıyla zarar gören kadına haber verme ve onu gerektiği ölçüde koruma altına alma, 6284 sayılı yasa uyarınca düzenlenen koruma tedbirlerini uygulama gibi devlete bilfiil sorumluluk ve görev yükleyen düzenlemelerin uygulanmasından kaçınılıyor, bu düzenlemelerin üstleri örtülüyor.

Burada ‘’kadın cinayetleri politiktir’’ sözünü hatırlamak gerekiyor. Bu söz, kadına şiddetin yalnızca politik bir mücadele ile çözüleceği vurgusunun yanında devlete birincil derecede sorumluluk yüklemesi nedeniyle önemli. Kadınların yıllardır ısrarlı takip ve cezalandırma talebini duymayan devlet ve hükümetler, halihazırda taraf olduğu sözleşmelerin yalnızca imzacısı gibi davranarak ve kanunları görmezden gelerek, siyasi sorumluluğunu omuzlarından silkip bu mücadelenin bir hukuk mücadelesi yoluyla çözülmeyeceğini bizlere anlatıyor. Zaten hukuk, devlet ile bağımlı ve ona içkin bir varoluş içindedir. Dolayısıyla kadın mücadelesi safi bir hak/hukuk, eşitlik mücadelesi olarak görülemeyeceği gibi, egemen ideolojinin düzen içi kurumları ve araçlarının dönüştürülüp değiştirilmesi yoluyla da yürütülemez. Eril şiddet karşısında mücadele pratiği örmeye aday kişilerin bu alanı bir hukuk mücadelesi yönünde daraltmalarının mümkün olmadığı, hareketin kendisinin dayattığı ölçüde açıktır. Devletin yüzünü halktan uzağa çevirmiş hakimleri, iddianamelerin yanlı ve talimatlı düzenleyicileri savcıları, maşası polisler ve topyekün hukukun yaratıcı ve uygulayıcılarından medet ummak ve hukuka beden bulmuş üçüncü bir kişi gibi adaletin sağlayıcısı misyonunu yüklemek neoliberal devletlerin ezilenleri hareketsizleştirmek için yaydığı ve oturtmaya çalıştığı ideolojiden başka bir şey değildir.

Tam da bu noktada geçmişi hatırlayarak kadınların hem yıkıcı hem de yaratıcı gücünün hafızasını tazeliyelim. Çoğu siyasetin sessizliğe büründüğü, sokaklarda çeşitli işçi direnişleri ve Cumartesi Anneleri, Adalet Arayan İşçi Aileleri dışında bir eylem göremediğimiz OHAL günlerinde binlerce kadın 8 Mart’ta birçoğunun aklının ucundan dahi geçirmediği ve kimisinin çoktan vazgeçtiği Taksim ısrarından caymayıp, İstiklal’de yürüdü. O günlerde sergilenen cesaret ve öfke muhatabına ulaşmış olacak ki son iki senedir yürüyüşler; yasaklamalar ve polis barikatlarıyla belirleyenin ve kontrolün kolluk güçlerinde yani devlette olduğu, daha itaatkar bir çizgide tutulmaya çalışılıyor. Fakat hem yakın hem de pek yakın olmayan tarihe baktığımızda kadınların, toplumsal hareketlerin en sinik dönemlerinde en ileri tutumu almaları ve iktidarların baskı hamlelerini geri püskürtüp gözle görülen veya görülmeyen barikatları zorlamasındaki motivasyon aynı: Tacizcilere, tecavüzcülere, kadın cinayetlerine meşruiyet zemini kazandıran, kadınları her türlü sivil ya da resmi denetim ve katılım mekanizmasından dışlayan iktidarlara karşı kadınlar için mücadele zorunlu ve yaşamsal.

İnfaz yasası, yürüyüş yasaklamaları, HSYK’nın salgın dönemi için ‘’6284 Sayılı Kanun kapsamında verilen tedbir kararlarını, yükümlülerin korona virüs kapsamında sağlığını tehdit etmeyecek şekilde değerlendirilmesi gerektiği’’ açıklaması, düzenli olarak kamuoyuna servis edilip nabız yoklanan cinsel istismar düzenlemesi ve daha nicesi iktidarın kadın düşmanlığının, istismarcılığının ayyuka çıkışının yanı sıra günden güne güçlenen kadın mücadelesini atıllaştırma, yalnızlaştırma ve sindirme niyetini de içinde barındırıyor. Devlet örgütlenmesinin erkeklere hizmet ettiğini; erkek politikalar ürettiğini, bunu şiddet gören tüm kadın ve çocuklara rağmen kendi hegemonyasını korumak uğruna sürdürdüğünü biliyoruz.

Kadınlar, doğdukları anda sadece ve sadece kadın oldukları için adeta suçlu ilan ediliyor. İşlenmemiş bir suçtan omuzlarına bırakılan mahcubiyet, nefes aldıkları her yerde şiddet karşısında güçsüzlüğe hapsedilmeleri demek. Bu da yetmeyip, zarar gördükleri suçun faili ilan edilip, bu hapsi tek başlarına tecritte geçiriyorlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Münevver Karabulut için ‘’Yalnız bırakılan ya davulcuya, ya zurnacıya.’’ dediğini, Bülent Arınç’ın, Meclis tartışmalarında bir kadın milletvekiline ‘’Bir kadın olarak sus.’’ demesini ya da İnsan Hakları Komisyonu Başkanı’nın “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masum.” sözlerini hatırlıyoruz. Bu sözler, egemenlerin tarih boyunca uyguladıkları kadın düşmanı politikalar ve kadın cinayetleri açık bir savaş ilanıdır. Biz bu savaş taktikleri karşısında uzlaşmaz bir kadın mücadelesinin inşasını zorunluluk olarak görüyoruz. Vakit tecrit duvarlarını yıkıp; onların yasalarını, mahkemelerini, işyerlerini, fabrikalarını, karanlık sokaklarını kadınların özgürlük meşaleleriyle ateşe verme vakti.

Bu savaşta ya onlar yaşayacak, ya biz. Şimdi biz, oturduğumuz yerden ‘’kayıplarımızı’’ mı sayacağız yoksa ‘’Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz!’’ derken tariflediğimiz mücadele için bir adım mı atacağız?

Peki siz, hangi taraftasınız?