Tarihsel olarak insanlığın, bilim ve teknoloji açısından zirvede olduğunu kabul edenler korona pandemisiyle beraber büyük bir şaşkınlık yaşadı. Bu şaşkınlık, bilim ve teknolojinin aslında dünyaya hakim olan iktisadi ve politik sistemin üretiminden bağımsız olduğu yanılgısından kaynaklanmaktadır. Şirketlerin ve devletlerin sermaye birikimi aracı olarak kullanmayı uygun gördüğü her şey gibi bilim dünyası ve onun ürettiği teknoloji de doğa ve insanlık yararına sonuç üretmedi. Yaşadığımız dünya ve üzerindeki tüm canlıları, sadece “piyasa değeri” üzerinden değerlendiren kapitalist sistem sebebiyle insanlık defalarca doğa kaynaklı krizlerle karşı karşıya gelmekteydi. Marx’ın ifade ettiği şekilde, doğa ve insan arasında açılan metabolik uçurum giderek artan krizler yarattı. Bugün korona pandemisiyle de dünyanın tecrübe ettiği şey budur. Korona pandemisinden bahsederken üç noktanın altını çizmek gerekir. Birincisi pandemilerin iktisadi ve politik sistem tarafından nasıl yaratıldığı, ikincisi gündelik hayatın durma noktasına gelmesine rağmen üretim sisteminin nasıl devam ettiği, üçüncüsü ise ekosistem üzerindeki yükün nasıl azalmadığıdır. Bunlar mevcut durumu anlamamız için önemlidir.
Doğa ve insan arasındaki metabolik uçurumun giderek genişlemesi sonucu hayvanlardan insanlara geçen zoonoz hastalıklar da artış gösterdi. Korona virüsünün çıkış noktası olarak Çin’deki bir hayvan pazarı gösteriliyor. İnsanlarda görülen yeni hastalıkların %60’ı, hayvanlarla artan insan temasının sonucudur. İspanyol gribi, HIV, MERS ve SARS gibi pandemiler de bu şekilde ortaya çıkmıştır. Dahası yeni bir pandeminin geleceği, üstelik etkilerinin daha şiddetli olabileceği zaten bekleniyordu. Bu temas, bir taraftan vahşi yaşam alanlarının giderek yok edilmesi bir taraftan da hayvancılık sektörünün genişlemesinden kaynaklanmaktadır. Virüslerin neden daha tehlikeli hale geldiğini anlamak için mevcut gıda sistemine ve özel olarak hayvancılık sektöründeki üretime bakmak gerekir. 1950’lerde bildirilen yeni bulaşıcı hastalık sayısı 30 iken 1980’lerde bu sayı 100’e çıkmıştır. Bu katastrofik trend insanların doğaya bakış açısının sonucudur. Tüm ekosistemin ekonomik bir girdi olarak değerlendirilmesi, sermaye birikimi adına doğanın sömürülmesine sebep olmuştur. Bu rantçı bakış, kıtalardan okyanuslara kadar birçok vahşi yaşam alanını daraltmıştır. Sanayi devrimi öncesine göre insanlar vahşi yaşamın %80’ini yok etmiştir. Doğal yaşamı, insanın kendi çıkarına kullanma çabası insan dışı hayvanların üreme, beslenme, barınma ve yaşam döngülerinin metalaştırılmasına neden olmuştur.
İnsanın, doğaya yabancılaşması petrol krizinden iklim krizine uzanan bir hat çizerken insan dışı hayvanlara yabancılaşması da yine pandemilerden iklim krizine uzanan bir düzlemdedir. Tüm bunların bilinmesine rağmen sermaye merkezli bakış açısı, ekosisteme uyumlu bir iktisadi ve politik sistem kurulmasını engellemektedir. Üstelik irili ufaklı ekosistem krizlerinden ezilen sınıfların daha kötü etkilendiğini de biliyoruz. Buna rağmen ne ekolojik çöküşü engelleyecek ne de halk sağlığını gözetecek bir sistem kapitalizmde mümkün olamaz. Bu sebeple korona süresince sosyal izolasyon bir sınıf ayrıcalığı haline geldi. Karantina koşullarında üretim sisteminin nasıl devam ettiği de böylece açığa çıktı. İşçi sınıfının hayati tehlikesine rağmen işe gitmesi sistemin devamlılığı için gerekli koşul oldu. Üstelik kapitalizmin kârlılığı için en verimli yöntem olarak sunulan neoliberalizmin sağlık, gıda, barınma ve çalışma alanlarında yarattığı sermaye lehine düzenlemeler, ezilen sınıflar üzerindeki yükü daha da arttırdı. Önümüzdeki dönem işsizlikte yaşanacak artışın da bu sorunları hafifletmeyeceği ortadadır. Üstelik tüm dünyada, çevre ve hava kirliliğinin yoğun olduğu bölgelerde işçi sınıfının ve azınlıkların yaşıyor olması ekolojik adaletin ne ölçüde olduğunu göstermektedir. Küresel ve toplumsal eşitsizlikler hem sağlık hem ekonomik sorunları daha da arttırmaktadır. Kapitalizmin en gelişmiş düzeyde olduğu ABD’de işçi sınıfının korona testine ve tıbbi bakım hizmetlerine ulaşmasının nerdeyse imkansız olduğuna şahit olduk. Finansal piyasalar çalışmaya devam ederken sağlığın bir meta olarak satılmamasını beklemek şaşırtıcı olurdu. Yine de insanların gündelik hayatının görünürde yavaşlaması bile doğa üzerinde fark edilebilir bazı iyileşmeleri görmemizi sağladı.
Venedik’te kanalların temizlenmesi, şehirlerdeki hava kalitelerinin düzelmesi ve denizlerde biyolojik canlılığın artışı gibi dünyanın birçok yerinde gözle görünür bazı iyileşmeler oldu. Ancak bu, aynı zamanda birçok kişiyi yaşadığımız sosyoekolojik çöküşün sebebi olarak “sistemi” değil, “insanı” suçlamaya yöneltti. Bunu daha doğru şekilde değerlendirebilmek için dünyadaki sera gazı salınımının ne şekilde etkilendiğine bakmak gerekir. Sera gazı salınımının sonuçları gözle görünmemekte ve salınımdaki değişimler temelde küresel kapitalizmin ne ölçüde yavaşladığını ortaya koymaktadır. Koronayla beraber sokağa çıkma yasakları, ulaşımın ve üretimin kesintiye uğraması gibi sebeplerle küresel olarak sera gazı salınımı 2019’a göre %5,5 azaldı. Ancak bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne kadar yaşanan en büyük düşüş olsa da küresel ısınmayı 1,5 derecede sınırlama hedefine yaklaşmak için yeterli değil. UNEP’e göre, 1,5 derece hedefine ulaşılması için küresel olarak salınımın her yıl %7.6 azaltılması gerekiyor. Üstelik üretim ve ulaşımdaki kesintiler sona erdiğinde ekonomik faaliyetlerin artışına bağlı olarak hızlı bir salınım artışı yaşanacağı da açık. İklim krizi ve küresel ısınmanın kaynağı olan sera gazı salınımının %95’i korona döneminde hala devam ediyor. Küresel sera gazı salınımının %40’ı elektrik üretimi ve ısınmadan, %20’si ulaşım sektöründen, %20’si endüstriyel faaliyetlerden, yaklaşık %20’si ise hayvancılıktan kaynaklanmaktadır. Bu faaliyetlerin çoğunluğu hala devam etmektedir. Toplumsal üretim biçimi, sermaye birikimi yerine doğa, insan ve hayvanların yararına yeniden tasarlanmadığı sürece önümüzde yaşanacak daha derin sosyoekolojik krizler olduğu açıkça gözükmektedir. Doğa ve insan arasındaki metabolik kopuşu onarmak için insanları, hayvanları ve doğayı meta statüsünden kurtarmamız gerekir. Ekosistem üzerindeki sömürü biçimlerine engel olmak, barbarlık ve sosyalizm arasında savrulan geleceğimizi belirleyecektir.