Karantina Günlerinde Siyaset

Tüm dünya olağanüstü bir dönemden geçiyor. Salgın hastalıklar insanlık tarihi boyunca neredeyse birkaç asırda bir insan “medeniyetinin” özellikle kentsel merkezlerinin ihtişamını büyük ölçüde yerle bir etmişlerdir. İnsanlık tarihinin “karanlık” dönemlerinden önce gerilemenin genel nedeni olan kentsel nüfus krizlerinin tetikleyicileri arasında salgınlar önemli bir yer tutar. Tabi ki 18. yüzyıldan itibaren genel hijyen, halk sağlığı ve mikrobiyoloji alanındaki ilerlemeler salgınların bu tarihsel rolünü önemli ölçüde dizginlemiştir. Bununla birlikte özellikle salgınların basitçe doğal olmadığı tarihsel ve toplumsal olduğu unutulmamalıdır. 20. yüzyılın başında yaşanan, eski salgınlara benzeyen İspanyol nezlesi pandemisinin Birinci Dünya Savaşı ile yakın ilişkisi unutulamaz. Aynı dönem Büyük Buhran’la da çakışır. Bu yüzden neoliberal küreselleşme tarihsel anının, hangi bilimsel ya da teknolojik ilerleme olursa olsun salgınları tetikleyebileceği tarihsel zoonozları inceleyenler tarafından dile getirilmekteydi. Kimi devletlerin ilgili kurumlarının SARS salgınını arkasındaki korona virüslerini bu bağlamda işaret ettiğini de unutmayalım.

2020 yılında tüm dünyayı etkileyen SARS Cov 2 Pandemisi bu tarihsel toplumsal bağlamda ayrıca değerlendirilmelidir. Fakat bizim açımızdan bu durumun en kısa vadedeki olası politik ekonomik ve sosyal sonuçlarına bakmak bu yazının çerçevesidir. Kuşkusuz pandemi, devletlerin genel olarak yurttaşlar için değil sermaye için çalıştığını görmek isteyen herkes için bütün açıklığıyla ortaya koydu. Gene de bunu emekçiler açısından genel bir aydınlanma anı olarak değerlendirip bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak demek, toplumsal durumların siyaset olmadan kendiliğinden sonuç üreteceğini düşünmek anlamına gelir. Bu bizim anlayışımız olamaz, devrimci bir siyasal müdahale olmadığında bu genel aydınlanma yurttaşların sinizmini arttırmak dışında bir sonuç doğurmaz. Emekçiler arası yaygın bir politik sinizm hali de ana akımın dışında gözüken sağcı demagogları Trump ya da Le Pen benzeri eğilimleri besleyecektir.

Türkiye pandemiye çok olumsuz mali ve iktisadi koşullarda yakalandı. Merkez Bankası’nın döviz rezervleri belki de ekside. İşsizlik fonu gibi kaynaklar hazine tarafından maliyetsiz borçlanma olanağı olarak kullanılarak yağmalanmış. Küresel finansal kurumlarla ilişkiler limoni, bu bakımdan hazineye döviz bulmak iyice zor. Paralı yurttaşın ülke ekonomisine güveni olmadığı için, bunlar tasarruflarını döviz ve son dönemde artan biçimde altın olarak tutuyor. Bu ortamda karantinanın getirdiği kapanma turizm ve hizmet sektöründeki küçük ve bir kısım orta boy işletmeleri iyice zora sokuyor, hane halkı borçluluğunu çevirmek iyice zorlaşıyor. İktisadi durgunluk soğuğun donarak ölenleri içine çektiği gibi yavaş yavaş ülke ekonomisini içine çekerken, karantina bu süreci hızlandırıyor.

Bu zorluklarla bütünlük içinde, 15 Temmuz sonrası dağılmış görünen devlet mimarisinin güvenlik çekirdeğini toparlamak üzere göreve talip olan Reisin etrafında bütünleşen tek adam rejiminin yapılandırdığı kamu idaresi, artan oranda bu karmaşık sorunları çözmek noktasında yetersiz gözükmeye başlamıştır. Karantina hem bir yandan bu yetersizliğin türlü boyutlarını ortaya koyuyor hem de başka bir yandan bu idare biçiminin bir tür bitkisel hayatta ömrünü uzatıyor. Karantina tam anlamıyla ortadan kalktıktan sonra Türkiye’de siyasal zaman çok hızlı akmaya başlayabilir ve beklenmedik politik gelişmelerle karşılaşabiliriz.

Nitekim İçişleri Bakanı’nın istifası ve ardından geçen birkaç saat bir film fragmanı gibi bu bahsettiğimiz sıkıntının bir yansıması oldu. Sonuçta Cumhur İttifakı’nın bir koalisyon olduğu ve Reis’in koalisyon ortaklarının sadece kamu idaresinde değil bizzat kabinesinin içinde bile temsilcilerinin olduğu ortaya çıktı. Bu durum 15 Temmuz sonrası ilan edilen rejimin siyasi mantığıyla uyumsuzdur, dolayısıyla sürdürülmesi imkânsızdır. Karantina bunun ömrünü ancak suni olarak uzatabilir. Talip olduğu misyonu, yani Türk devletini “şahsı” etrafında yeniden yapılandırma hedefini, sermaye sınıfının çıtasına paralel bir biçimde yerine getiremediği ölçüde zayıflayan iktidar, kendi içinde daha derin bir biçimde klikleşir gözüküyor.

Bununla beraber muhalefeti Erdoğan kişiliğine odaklayarak radikal bir tutum alındığını düşünen hat hala solda etkindir. Oysa gelinen noktada bu tutum zayıflama eğiliminde olan bir iktidar odağını söylemsel olarak muktedir göstermekten başka bir işe yaramamaktadır. “Hükümet istifa” söyleminin kendiliğinden sanal kamuoyunda muteber olabilmesine şaşırmamak gerekir, zira anayasa referandumundan itibaren büyükşehirlerde iktidarın desteğinin azaldığı görülmekteydi. Mahalli idareler seçimlerinden sonra ise bu gerileme eğilimi kuvveden fiile çıkmış oldu. Burada gözden kaçırılmaması gereken siyasi hat SARS Cov 2 salgını dâhil emekçilerin pratik hayatta deneyimledikleri tüm felaketlerin ne doğal nedenlerle ne de belirli ulusal hükümetlerin beceri ya da beceriksizliği ile ilgisi vardır. Neoliberal küreselleşmenin genel çerçevesinin üstünden atlanarak dolayısıyla esas olarak kimlikçi bir söylemle bu iktidarın ve Reisinin karşısına dikilerek emekçiler gözünde muteber olacak bir muhalefet hattı izlenemez. Tüm hükümetlerin sınıf tavrı ortadayken Almanya, Kore, Küba ya da Çin’i överek Saray iktidarı ile hesaplaşmış olmayız. Bu salgın tam da genel siyasal bağlamın belirleyiciliğini öne çıkartmaktadır.

Kuşkusuz 7 Haziran sonrası serbest düşüşte olan bu iktidar polis ve adliyeyi sopa olarak kullanarak halkı susturmaya ömrünü uzatmaya çalışmaktadır. Sıradan vatandaşı terörize etmeyi hedefleyen sosyal medya denetimleri can sıkıcıdır. Dış politikadaki maceracılıktan geri adım atılmamaktadır. Ancak bu dönemde özellikle hükümetin sınıf tavrı ortaya çıkmaktadır. Normalde sokağa çıkma yasakları gibi baskıcı tedbirlere bayılacak bir idare biçimi sermaye kârlılığı çarklarını yağlamak için karantinada işçileri genel halk sağlığına uygun olmayan biçimlerde çalışmaya zorlamaktadır. Normalde tabanı sayılan küçük esnafın dükkânlarını kapattırırken, inşaatları ve madenleri zorla çalıştırtmaya devam etmektedir. Bugün için öne çıkarılması gereken siyasal olgu budur. Ücretli izin talebinin duymazdan gelinmesinin, pek çok ülkede emekçilere doğrudan ödeme yapacak mali programlar hayata geçirilirken burada iktidarın sadece lafazanlık yapmasının altı çizilmelidir.

Egemenler son beş yılın siyasal çalkantılarından sermaye sınıfının taleplerini hayata geçirmek için faydalandılar ama yukarıda altını çizdiğimiz baskılar arttıkça, geçim şartları bozuldukça iktidar değişikliği talebi emekçiler arasında güç kazanıyor. Cumhur İttifakı’ndan kurtulmak bu sermaye sınıfı yanlısı eğilimi tersine çevirmekte bir ilk adım olacağı için anlamlıdır. Bununla birlikte, ömrü sayılı olduğu gözüken Cumhur İttifakı’nı başka bir koalisyonla ikame etmek giderek daha fazla sermaye sınıfının yönelimi gibi gözükmektedir. Ne de olsa gelmekte olan ekonomik krizden faydalanacak teknokrat ağırlıklı bir koalisyon hükümeti, karantina döneminde iyice ayyuka çıkan Saray idaresi rezalet ve kifayetsizliklerinden dolayı tek adam olmadan da sermaye yanlısı bu eğilimi halkın desteğini alarak sürdürebilir.

Biz şunu biliyoruz demokrasi yürütmenin başının değişmesiyle gelmez, emekçi halkın taleplerinin siyasal sistemde daha çok karşılık bulmasıyla gelir. Halkın ve emekçilerin tepkisi esas olarak tüm dünyada sermaye lehine işlediği ortaya çıkan bu düzenin tekerine çomak sokmak gerektiği anlayışı doğrultusunda yönlendirilmelidir. Buna değil de başını CHP’nin seçtiği demokrasi ittifakına kuyrukçuluk yapmaya ya da bu ittifaktan sağcıları defetmeye dair CHP’ye öğüt vermeye talip olmak devrimcilik değildir. Ne bugün ne de herhangi başka bir zaman.

Yaşasın proletarya devrimciliği!