Türkiye Libya ve Suriye’de ne yapıyor?

AKP’nin dış politikası kendinden önceki hükümetlerin mutlak Atlantikçiliğine benzemediği ölçüde Türk dış politika tarihinde bir anomali, bir normdan sapma olarak görüldü. Gerek geleneksel Atatürkçü çevreler gerekse de sol hep bu “anomaliyi” açıklamaya çalıştı. Ve tam da bunu bir normdan sapma olarak gördükleri için bu politikayı AKP’nin İslamcılığıyla ya da Yeni Osmanlıcılığıyla açıklamaya çalıştılar. Bu açıklama çabası özellikle Arap Baharı sonrası AKP’nin Müslüman Kardeşler yanlısı Orta Doğu siyasetiyle neredeyse bir genel kabule dönüştü. Bugün gelinen noktada ise, kuşkusuz AKP dış siyasetinin ideolojik yanları olsa da, bu politikanın temel yönelimleriyle Türkiye sermayesinin eğilimlerine ve Atlantikçiliğin bugünün emperyalist sistemindeki kırmızı çizgileriyle genel hatlarıyla uyumlu olduğunu teslim etmeliyiz. Dolayısıyla Türkiye’nin Suriye ve Libya’da ne yaptığı sorusunun bütüncül bir yanıtı sadece AKP’nin ideolojik tercihlerine bakılarak verilemez, hatta bu anlamda söz konusu tercihler ikincildir.

Sovyetler Birliği’nin çözülmesi Soğuk Savaş boyunca oluşan pek çok dış politika ilke, alışkanlık ve kurumunu boşa düşürdü. Türkiye gibi Atlantik İttifakı’na sadece jeopolitik konumu dolayısıyla davet edilen ülkeler, muzaffer Batı sisteminde ayrıcalıklılar kulübüne üyeliklerinin devamı için kendilerine yeni, önemli ve vazgeçilmez özellikler icat etmek durumunda kaldılar. Türk devletinin ilk refleksi kuruluşundaki milliyetçi mite de uygun olarak “Esir” Türklerin hamisi olarak Orta Asya’daki eski Sovyet Cumhuriyetlerinin (ve belki de Doğu Türkistan’daki Çin Halk Cumhuriyeti yurttaşı Uygurların) Batı sistemine entegrasyonunun vâsii olma rolüne soyunmak oldu. Buna dönemin en sıcak uluslararası sorunu olan Sosyalist Yugoslavya’nın çözülmesine müdahil olmak için Balkanların eski Osmanlı coğrafyası da eklendi. Böylece doksanların Adriyatik’ten Çin Seddine Türk Dünyası sloganı ortaya çıktı. Ama bu muhayyel coğrafyanın hakikatte hiçbir karşılığı yoktu ve Türk Devleti’nin eli böğründe kaldı.

Bununla birlikte Soğuk Savaş’ın sonunda küresel emperyalist sistemin sömürüsüne açılan eskinin bağlantısızı, Sovyet müttefiki ve hatta sosyalisti büyük bir coğrafya olduğu gerçeği ortada durmaktaydı. Bu bölgelerin küresel kapitalizme eklemlenmesinde, dolayısıyla sömürülmesinde siyasi bir rol oynanabileceğini, FETÖ organizasyonu okullarıyla doksanların sonundan itibaren göstermeye başladı. Fakat bu noktada ırksal Türklük fantezileri değil Atlantik sisteminin parçası liberal demokrasiyle yönetilen Müslüman ülke fikri işlevsel oluyordu. Böylece Gambiya gibi bir Afrika ülkesinde Kırgızistan’da olduğu kadar hatta ondan da fazla etkin olmak mümkündü. Türk sermayesi de bu (Ilımlı İslam) maymuncuğuyla açılan kapılardan geçip buralarda hakkına düşeni alabiliyordu. Özellikle Afrika kıtası (Çin Afrika’ya yönelene kadar) bu anlamda bakirdi. Orta Doğu’nun Arap coğrafyasında da kimi fırsatlar vardı.

AKP hükümetlerinin ilk on yılında sermaye (ilgili devlet kurumlarıyla kol kola), TİKA, dışişleri ve hatta askeri işbirliği anlaşmaları ya da NATO veya BM operasyonları söz konusu olduğunda, TSK ve tabi ki FETÖ mutlu mesut bu doğrultuda ortak davrandılar. Böylece Atlantik sistemi dâhil herkes kazandı, anekdotal örneklerden anladığımız Atatürkçü dış politika bürokrasisi dışında durumdan rahatsız olan yoktu. Onlar da emir kuluydu, çok rahatsız olan zaten istifa etti. Etkin dış siyaset yeni bin yılın ekonomik büyüme ile geçen ilk on yılında Türkiye’de neredeyse herkese kazandırdı ve bu dış politika sorun yaratmadığı için de açıklanması için özel bir kuramsal çaba gösterilmedi, anomali olarak değerlendirilmedi.

Arap Baharı sonrası kendi doğallığında bu dış politika Libya ve Suriye’de açıkça Atlantikçi bir tutum aldı ve bunu elliler ve altmışlarda Cezayir bağımsızlık savaşına karşı takındığı söylemsel düşmanlık tavrı gibi değil, yeni dönemin ruhuna uygun olarak daha aktif ve girişken bir şekilde yaptı. Libya’da BM’nin 1973 sayılı kararıyla gerçekleşen NATO operasyonuna katılındı, Suriye’de ise CIA’nın gizli Timber Sycamore operasyonu kapsamında “ılımlı” muhalif eğitme ve silahlandırma işinin karargâhı olundu. Bununla da yetinilmeyip sahadaki Müslüman Kardeşler unsurlarıyla yakın ilişkiler de bu ülkelerdeki dönüşümden sermaye devletine maksimum fayda sağlamak amacıyla devreye sokuldu. Bu unsurlar desteklenerek bu ülkelerde dost rejimler kurulmak istendi. Böyle bir sonucun AKP ve Erdoğan’a fayda sağlayacağının altı çok çizildi, ama böyle rejimlerin Koç’a ve Ülker’e de fayda sağlayacağının sıklıkla üstünden atlandı.

Bu girişken politika ancak Müslüman Kardeşler’in Mısır’da kaybetmesi ve Suriye Devleti’nin parçalanamaması sonrası bir sorun olarak görülmeye başlandı. Büyük kazanmak için tam boy pozisyon alınmış o durumda manevra yapmak kolay değildi, herhalde AKP ideolojisi de bu pozisyonlarda ısrarda en çok iş gördü. Üstelik Türkiye boyutlarında bir ülkenin çok yumurtası olmadığı için onları sepetler arasında dağıtmak pek mümkün de değildi. Tüm bahisler tek atın üzerine yapılmıştı. Şunu demek istiyoruz: Türkiye boyutunda bir devlet Libya’da Rusya gibi her iki tarafla siyaset yürütemez, yürütürse de o siyaset onu o bölgede etkin aktör yapmaz, genelgeçer bir siz kardeşsiniz dövüşmeyin söyleminin taşıyıcısı yapar. O da sermaye açısından yukarıda altını çizdiğimiz biçimde kârlı olmaz. Bu noktada AKP dış politikasının doksanlar sonrası oluşan bir doğal gelişimin sonucu olmasından ziyade söz konusu siyasi hareketin çeşitli ideolojik fantezilerinin bir sonucu olduğu tespiti öne çıkarıldı. Burada altını çizmek gerekir bu iki tespit de doğrudur ama esas olan ilkidir, ikincisine vurgu Libya ve Suriye gibi “maceracılıkların” tüm sorumluluğunu Erdoğan’a yüklemekten, Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlerini ve kurumlarını temize çıkarmaktan başka bir işe yaramaz.

İdeolojik fanteziye dayalı maceracılık analizine olduğundan daha fazla vurgu yapıldığında bu maceracılıkların ağır faturasının siyaseten neden bir türlü ödetilmediği gibi gerçekte yeri olmayan bir soru ortaya çıkıyor. Türkiye’nin Suriye ve Libya’daki pozisyonu ABD’yi rahatsız etmiyor tam tersine taraflar açısından çeşitli işlevsellikleri bile var. Kimsenin hamiliğini üstlenmediği selefi cihatçılığın bir sahibi oluyor, Suriye’de iç savaş bir türlü bitmiyor, şu an aynı dinamik Libya’da da söz konusu. ABD durumdan memnundur. Aynı zamanda Suriye’de uluslararası politikada muhatap olabilecek bir tarafla görüşebilen Rusya ve İran’da memnundur. Ölen Türk askerleri konusunda ise hala Kore Savaşı sırasında ABD’lilerin söylediği geçerlidir. Türkiye Cumhuriyeti gelişkin şoven ideolojisiyle halk çocuklarının kanını boşa dökme lüksüne sahiptir. Bu da AKP icadı değildir.

Kuşkusuz kazanmak için büyük oynayınca riskler de alınmıştır. İhvan’ın hamiliği Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’yle Türkiye arasında kapanmayacak bir sorun ortaya koymuştur. Suudi Arabistan ile Katar’la kardeşlikten doğru bir sıkıntı vardır. (Suudilerin Yemen’deki yancısı Islah Partisi İhvancıdır o yüzden Suudi ile o noktadaki sorun pekâlâ çözülebilir). Türkiye Suriye ile Suriye bağımsızlığını kazandığından beri hiçbir zaman iyi bir ilişkiye zaten sahip olmadı. Bunun istisnası AKP hükümetinin ilk dönemidir. Dolayısıyla yarın da barışırsak biz barışırız söylemi çok da kof değildir. Libya’da Trablusgarb bölgesinin hâkimiyeti sağlanmıştır. Bu kazanım güvenceye alınabilirse Katar ve Suudi arasındaki sorunu da ABD çözerse alınan riskler için ödenen bedeller çok da ağır gözükmeyecektir. Libya’da Trablusgarb’ı yeni Kuzey Kıbrıs yapmak az şey değildir. Suriye’de özellikle Fırat Nehri’nin doğusunda ABD kaldığı sürece Türkiye Rusya ve İran’la konuşma zeminine sahip olur. Bu dar zeminde iktidar her tür pragmatizme de açık olacaktır. Kuşkusuz fıkrada olduğu gibi Kürt anasını görmediği (ve ABD tarafından oyalanmaya devam edildiği) sürece. En kötü ihtimalle Türkiye Suriye’de zaman kazanmış olur ve kazanılan zamanda yeni olanaklar ortaya çıkabilir.

Görüldüğü gibi dış politikanın yarattığı sorunların kaynağının İslamcı ideolojiye indirgenmesi eksiktir. Bu politika bir bütün olarak sermaye devletinin Orta Doğu halklarının barış içinde bir arada yaşama olanaklarını dinamitlemiştir, bu da Türkiye halkına genel bir şovenizm siyasetiyle yedirilmiştir. Ortaya çıkan siyasal durum tarihsel gelişimi içinde anlatılamadığı sürece boşa kürek çekiyor olacağımız ortadadır. Burada yerli şovenizmle mücadele esastır onun da tarihi AKP ile başlamaz. Türkiye’deki sermaye devleti bir bütün olarak tüm kurumlarıyla bölgenin yaşadığı mezhepçi iç savaşların kimi ülkelerde devlet kurumlarının çöküşünün ve yeniden kurulamamasının sorumlusudur. Bunun hesabını soracak siyasi hareketi örgütlemek bizim görevimizdir.

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Ağustos 2020 tarihli 20. sayısında yayınlanmıştır.