Doğu Akdeniz’de MEB (Münhasır Ekonomik Bölge) Rekabeti

Üçte ikisi denizlerle kaplı mavi gezegenimizde devletlerin yüz yıllardır kara parçaları için girdiği rekabet, son yıllarda artan bir biçimde “mavi vatanlar” edinme amacına dönüşmüş görünüyor.  Japonya ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti arasında, Basra Körfezinde İran ve Emirlikler arasında, Yemen’de Aden açıklarında, Çin Halk Cumhuriyeti ve ABD arasında genel olarak Pasifik Okyanusu için, yakın coğrafyamız olan Doğu Akdeniz’de; onlarca devlet deniz alanları için birbirleriyle rekabet ediyor. Bir yandan açık denizlerde hak iddialarıyla ekonomik çıkarlarını geliştirmeye ve ticaret yollarını denetim altına almaya çalışırlarken diğer yandan bitmez tükenmez çatışmalar ve askerî tatbikatlarla birbirlerine gözdağı vererek stratejik noktaları ele geçirmek için uğraşıyorlar.

Son yıllara özgü olan bu durumu, elbette kapitalizmin küresel ölçekte sorunlarıyla birlikte gelişmesinin bir örneği olarak görmek gerekir. Derin deniz araştırmaları ve sondajlarıyla ilgili teknolojik gelişmeler, devletlerin açık denizleri hammadde kaynağına dönüştürme iştahını kabartıyor. Enerji gereksiniminin sürekli artması da, bulunacak kaynakları kâra çevirme ve böylece yeni sermaye yatırımları yapma ya da borçları daha kolay ödeme hayallerini besliyor. Her ne kadar denizlerle ilgili hukuksal düzenlemeler yıllar önce yapılmış olsa da, küresel ölçekte uygulanmasını sağlayıcı merkezî bir yapı bulunmadığı için fırsat bu fırsat, gücü olan kuralı koymak istiyor. Devletler, maden ve enerji tekelleri; denizleri ele geçirmek için canla başla uğraşıyorlar.  Gelişen üretim araçları, artan borçlar, sermayenin yeniden üretim süreçlerini garanti altına alma çabaları; gezegenin delik deşik edilme girişimlerini arttırıyor.

Bu genel durum içinde, yakın coğrafyamız olan Doğu Akdeniz’deki rekabette TC’ye de dünyadaki kapitalist hiyerarşi ve işbölümü içinde bir rol düşmüş görünüyor. Elbette iktidar bu durumu bazen “önümüzü kesiyorlar, gelişmemizi istemiyorlar” misali öfkeli söylemlerle, bazen sevinç içinde “müjdeler olsun, oyun kurucu olduk” çığlıklarıyla, bir propaganda fırsatı gibi kullanıyor. Sol bu gelişmeleri elbette eleştiriyor. Ancak bunu öylesine baştan savma ve reformist bir bakış açısıyla yapıyor ki, adeta iktidarın değirmenine su taşıyor:

Öncelikle, dünyada ve bölgede başka birçok devletin de gösterdiği davranışlar yalnızca Türkiye’de görülüyormuş gibi bir söylem kullanıyor. Örneğin aynı ekonomik sorunlar başka ülkelerde yokmuşçasına, yalnızca Türkiye ekonomisi batma noktasına geldiği için iktidarın saldırgan davranışlar gösterdiğini öne sürüyor. Devletler arasında anlaşmazlıklar mutlak, uzlaşmalar nadirmişçesine bir akıl yürütmeyle, sürekli olarak Türkiye’nin bölgede yalnız kaldığını vurguluyor. Ve her zamanki laik, Aydınlanmacı söylemlerle iktidar karşıtı düzen partilerinin peşine takılarak, Osmanlıcı hayallerin etkisiyle bölgesel rekabete girildiğini öne sürebiliyor. Tüm bunların sonucu düzenin iktidar kanadı gelişmeleri “hukuk çerçevesinde ülke çıkarlarının korunması” misali söylemlerle savunurken, düzenin muhalefet kanadının peşine takılmış görünen yaygın bir sol kesim de yaşanan bu durumu “bir beceriksizlik örneği” olarak değerlendirmeyi tercih ediyor.  Bu toz bulutu içinde gerçeği anlayabilmek için, önce tarafların çok sık kullandığı “MEB” (Münhasır Ekonomik Bölge) kavramının anlamını ele alarak, perdeyi aralamaya çalışalım.

Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi

Şu an dünya denizlerinde, 1994’te yürürlüğe giren BMDHS (Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi) uygulanıyor. MEB, bu sözleşme kapsamında geçen bir kavram. Denize kıyısı olan ülkeler, sözleşme öncesinde de denizlerde 12 km’yi geçemeyecek genişlikte karasularına sahip olabiliyorlardı; sözleşme, aynı ülkelerin açık denizlerdeki egemenlik alanlarını karasularından itibaren 200 mile kadar uzanacak biçimde genişletti. Diğer ülkelerin geçiş haklarını gözetmek kaydıyla, hak sahibi ülkeler bu alanlarda balıkçılık, madencilik, enerji elde etme, kimi yapılar inşa etme gibi ekonomik girişimlerde bulunabiliyorlar. Bu alanlara “münhasır ekonomik bölge” deniyor.

Her kıyı devleti, komşu devletlerle anlaşarak ya da onların hakkını gözetmek kaydıyla tek başına MEB ilan edebiliyor. Kararlar BM’nin onayıyla karar yürürlüğe giriyor. Bu sırada açık denizde karşılıklı iki devletin arasındaki mesafenin 400 milden az olması, kıyıların girinti çıkıntılı oluşu, arada adalar bulunması gibi nedenlerle anlaşmak mümkün olmadığında; tarafların kabul etmesi kaydıyla ve sözleşme hükümleri doğrultusunda Uluslararası Adalet Divanına gidilerek, burada alınan karar geçerli kabul ediliyor. Ancak küresel bir yaptırım gücü bulunmadığından, bütün bu hukuksal düzenlemeler tarafların uymayı kabul etmeleri durumunda anlam kazanıyor. Son sözü her zamanki gibi güç belirliyor. Ve güç yalnızca çatışmak için değil, güçlü olanların inisiyatifleri dışında bir çatışma çıkmasını önlemek için de kullanılıyor. Dolayısıyla Doğu Akdeniz’de her savaş gemisi görüldüğünde “savaşın eşiğindeyiz” misali fikirler ileri sürmenin bir anlamı bulunmuyor.

BMDHS’yi bütün devletler imzalamış değiller. Monroe doktrini olarak bilinen “dünya denizlerine egemen olan bütün dünyaya egemen olur” ilkesini kuruluş felsefesi olarak belirlemiş ABD, dünya denizlerini kendi karasuları gibi gördüğü için sözleşemeye taraf değil. Türkiye, Yunanistan’la olan anlaşmazlıklar sürdüğü için sözleşmeyi onaylamadı. Çünkü onaylasa, uzlaşmazlıkların çözümü için Adalet Divanı dışında gidecek adresi kalmayacak ve bu da, yoğun ilişki içinde olduğu AB karşısında elini zayıflatacak. Bu nedenle Türkiye yıllardan bu yana güç uygulayarak Yunanistan’ın çeşitli girişimlerini tanımıyor ve orta vadede bu ülkeyi anlaşmaya zorlayarak, Adalet Divanına avantajlı bir konumda gitmeyi amaçlıyor. Dolayısıyla şu anki girişimler yürütme gücünün propaganda amacıyla ya da taktik politikaları gibi değil, siyasal iktidarın stratejik davranışları olarak görülmeli. Bu nedenle HDP dışındaki bütün muhalefet partileri tarafından da destekleniyor.

Uygulanan politikalar yeni değil

MEB, 2. Paylaşım Savaşı sonrası ve başlangıçta daha çok balıkçılık açısından önemliydi. 1958 ve 1960’da iki kez deniz hukuku sözleşmesi imzalansa da uygulanamadı. Bugün geçerli olan sözleşme, 1973’te başlayan konferanslar sonucu 1982’de imzalanıp BM’de kabul edildi ve 1994’te yürürlüğe girdi. Anlaşmaya giden yolu, 70’li yıllarda küresel politika belirlemekte etkili olan “Üçüncü Dünya Ülkeleri” hareketinin açtığı söylenebilir. O yıllarda dünya ekonomisi bunalıma girmiş ve ABD doları değer kaybediyordu. ABD tek taraflı olarak Bretton Woods anlaşmasından çekilerek doların değerinin altın karşılığı olarak belirlenmesinden çıktığını duyurdu. O yıllarda kapitalizmin az geliştiği ülkeler dış borçlarını ödemekte zorluk çekiyorlardı. Gelirlerinin önemli bir bölümünü gelişmiş kapitalist ülkelere sattıkları sanayi hammaddeleri oluşturduğu için, bağımsızlıkçı ve doğal kaynaklarını korumaya dönük politik tutumlar alıyorlardı. Bu nedenle, henüz paylaşımı tamamlanmamış dünya denizlerine ilişkin, kendi lehlerine bir hukuk oluşturulması amacıyla girişim başlattılar. Böylece küçük bir okyanus ada devleti, merkezinde olduğu 400 mil çapında bir daireyi MEB olarak ilan edebiliyordu. Ama bu genişlikteki bir alanı işletecek sermaye birikimine sahip olmadığından, dünya tekelleriyle anlaşarak ya da borç karşılığı anlaşmalar yaparak, bu alanlardan gelir elde etmeye çalışıyordu. Dolayısıyla sözleşme dünya denizlerini eşit biçimde paylaştırmak amacıyla hazırlanmasına rağmen beklenen sonuç oluşmadı. Buralardan yine parası ve gücü olan yararlanmayı sürdürdü. Böylece eskiden sermayenin çok fazla ilgilenmediği bakir alanlar değişen mülkiyet ilişkileri çerçevesinde daha çok işletilmeye başlandı ve BMDHS’de ilk kez bu alanların “insanlığın ortak malı” olarak tanımlanmasının tersine, dünya kapitalistlerin kullanımına daha fazla açıldı. Dolayısıyla tartışmalarda sık sık referans gösterilen uluslararası hukuk, kapitalistlerin lehinedir ve yalnızca gücü olana hizmet eder. Sol adına hukuk tartışmalarına girmez, anlamsızdır.

Türkiye ve Yunanistan arasında denizdeki ekonomik çıkarlarla ilgili ilk ciddi anlaşmazlık, deniz hukuku konferansları sürerken ve 1974’te başladı. Türkiye, Yunanistan’ın hak ileri sürdüğü Rodos yakınlarındaki bazı alanlarda, TPAO’ya petrol arama ruhsatı verdi. 2002’de yabancı bir geminin Yunanistan lehine bu bölgede jeofizik araştırmaları yapmasını engelledi. Benzer biçimde, 2008’de başka bir yabancı geminin yine Yunanistan adına Meis Adasının güneyinde araştırma yapmasına müdahale etti.  Bunun da gösterdiği üzere, bugün dile getirilen talepler bir devlet politikası olarak baştan beri savunuluyordu.

Şu an Türkiye’de 3 sondaj, 2 sismik araştırma gemisi var. İlk sismik araştırma gemisi Barbaros Hayreddin Paşa, 2011’de denize indirilip kullanılmaya başlandı. İlk sondaj gemisi olan Fatih ise 2011’de kızağa kondu ve 2018’de tamamlanarak denize indirildi. Bu tür girişimler ancak belli bir ekonomik gelişmişlik düzeyi sonrasında yapılabilecek işler. Dolayısıyla bugün Doğu Akdeniz’deki girişimleri somut bir veri ortaya koymaksızın “ekonomik kriz, Suriye ve Libya siyasetlerindeki yanlışları örtbas etmek için, gündem yaratıp hedef saptırmak amacıyla” vb. yapıldığını ileri sürmek gerçekçi görünmüyor. Velev ki TC’nin egemenleri bu girişimleri yalnızca ideolojik ve siyasi gerekçelerle yapıyor olsunlar; üstyapı kurumu olan bu uygulamaların bir altyapıya dayanmaksızın yıllardır sürdürülmesi mümkün mü?  “Ülke borç içinde, iktidar sıkıştı” gibi çalakalem yorumlarla ve yapılanları yönetenlerin keyfî davranışları gibi yorumlayarak açıklama yapılabilir mi? Eskiden gelişmiş kapitalist ülkelerin yaptığı sondaj ve sismik araştırma gibi pahalı yatırımlar, bugün Türkiye gibi orta gelişmişlik düzeyindeki ülkelere bırakılıyor. Böylece hem gelişmiş ülkeler ellerindeki teknolojiyi satıyor, hem büyük sabit sermaye yatırımları yapmadan kâr etme olanakları buluyor. Nasıl olsa buralardan elde edilecek doğal gaz ya da petrolü yine kendi enerji tekelleri pazarlayacak, öyleyse elini kirletmeye ne gerek var?

Türkiye’yi yönetenler, küresel kapitalizmin verdiği rolleri üstlenmeye gönüllü görünüyorlar. Bu çerçevede, bir süredir TC’nin uluslararası düzeyde kurucu anlaşması sayılan Lozan’ı eleştiriyor, onun dar kalıplarından çıkmaya çalışıyorlar. Ege adalarının Yunanistan’a terkedilmesinden, Musul ve Kerkük petrollerine kadar birçok konuyu tartışmaya açmalarının ardında, ülkedeki sermaye birikiminin ve küresel sermayenin çeşitli taleplerini karşılama çabalarının yattığı söylenebilir. Türkiye, Balkanlardan Orta Asya’ya, Kafkaslardan Mağrip ülkelerine kadar yayılan geniş bir alanda güçlü bir üretim merkezi konumunda ve tedarik zincirinin önemli bir halkasını oluşturuyor. Genç ve ücretli emekçi olmaya yatkın nüfusu, başta AB olmak üzere küresel sermayenin tercih ettiği bir durum. Burnunu İstanbul’dan dışarı çıkarmaya üşenen sol, ülkenin birçok yerinde devasa organize sanayi bölgeleri kurulduğundan habersiz masa başı yorumlar yapıyor. Türkiye, küresel sermayenin kolay vazgeçeceği bir ülke değil. Savaşa girmesi ya da ekonomik bunalım nedeniyle altüst olması yalnızca küresel sermayenin buradan sağladığı kazancı azaltmaz, aynı zamanda Avrupa kapılarına milyonlarca göçmenin dayanmasına yol açar. Hal böyleyken iki gemi Akdeniz açıklarında sürtüştü diye, AB’nin böyle bir ülkeyi dışlaması, NATO’nun gözden çıkartması düşünülebilir mi? Bunu, Türkiye’nin egemenleri de biliyor ve politikalarını bu çerçevede belirliyor. Darısı solun başına…

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Eylül 2020 tarihli 21. sayısında yayınlanmıştır.