Parazit: Tahılın Yanında

Antropolojideki yeni keşifler sahip olduğumuz birçok bilgiyi dönüştürmeyi dahası bildiğimiz birçok şeyin varsayımsal olduğunu gösteriyor. Yerleşik hayata geçişi, tarımın, devletlerin ve kentlerin ortaya çıkış süreçlerini evcilleştirme olgusu ekseninde ele alınca birçok yeni gerçekle karşılaşıyoruz. James C. Scott da Tahıla Karşı / İlk Devletlerin Derin Tarihi kitabında evcilleştirme süreçlerini sadece bitkiler ve hayvanlar temelinde değil toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi açısından da ele almak gerektiği öncülünden hareketle tarihin yeniden okunabileceğini ve bu okuma yoluyla da insanlık tarihine dair sahip olduğumuz birçok tezin temelsizliğini ortaya koyabileceğimizi duyuruyor. Bu tarz bir okumayı tahılın tarihinin izini sürerek yürüten Scott, genel kabullerin dışında sonuçlara ulaşıyor.

Yaklaşık on iki bin yıllık geçmişi olan yerleşik hayat – ki Homo Sapiens’in geçmişi iki yüz bin yıl öncesine dayanıyor-, insanın bazı bitkileri evcilleştirmesinden dört bin yıl sonra gerçekleşiyor. Belli toplumsal sınıflara ve vergi işleyişine sahip devletli toplumlar ise ilk kez MÖ 3100 dolaylarında Dicle ve Fırat vadisinde görülüyor. Yerleşik hayata geçiş, tarım ve devlet arasındaki ilişkide “yerleşik öğreti”ye göre “avcı-toplayıcı yaşamdan göçebeliğe, sonrasında da tarıma (ve küçük gruplardan köylere, kasabalara ve kentlere) ilerleme izleği” kabul edilirken Scott, antropolojik verilere göre yerleşik hayatın tarımla bir ilintisi olmadığını ortaya koyduğu gibi insanların yerleşik bir hayata geçmelerinin onlar için arzu edilir bir seçenek olmadığını göstermektedir. Daha önemli bir başka sonuç da hegemonik bir güç olarak devletin çok yakın zamanda ortaya çıkmış olmasıdır. “Geçici bir kurum” niteliğine sahip olan devlet, insanlık tarihinin çok küçük bir kısmına tekabül ettiği gibi “sabit değil bir değişken” olarak düşünülmelidir. Devletlerin geçmişteki “kırılganlıklarının” temel sebeplerinden biri ise bizim de şimdilerde yaşadığımız salgınlar olmuştur.

Ateşin bulunuşu, bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesi gibi süreçler doğanın insan karşısında edilginliğini duyursa da bu tek yanlı bir yaklaşımı içeriyor olması açısından yanıltıcıdır. Zira “ateş, kelimenin gerçek anlamıyla bizi evcilleştirmiştir.” Yerleşik hayatı ve devletin oluşumunu da bu evcilleşme ve evcileştirme süreci içinde düşünmeliyiz. “Yerleşik hayatın, dolayısıyla kasabaların, kentlerin ve uygarlığın temel koşulu olarak tahılın evcilleştirilmesi”ni ileri süren tezler geçerliliğini yitirdiği gibi son veriler sabit yerleşimlerin kurak alanlarda değil sulak alanlarda ortaya çıktığını, geçimde ise tahılın değil sulak alanların geçim için kullanıldığını göstermektedir. Hem evcilleştirme hem de evcilleşme olarak yorumlanabilecek insanlaşma süreci birçok paradoksu da beraberinde getirmiştir. Bunların belki de en önemlisi bu süreç içinde insanın ciddi kayıplara uğradığı parazitler ve salgın hastalıklar olmuştur. Yerleşik hayata geçiş ve nüfus artışı ile birlikte patojenler “ideal ‘beslenme ortamları’” bulmuşlardır. Dolayısıyla salgınlar insanlaşma sürecinin birer uzantısı olarak da görülebilir: “özel olarak Homo Sapiens’e uyum sağlamış mikro-organizmaların sebep olduğu bulaşıcı hastalıkların hepsi son on bin yıl, büyük bir bölümü ise son beş bin yılda ortaya çıkmıştır. Bunlar, en güç ifadeyle, birer ‘uygarlaşma etkisi’ydi. Tarihsel anlamda yeni sayılan bu hastalıklar (kolera, çiçek, kabakulak, kızamık, grip, suçiçeği ve belki sıtma) sırf kentleşmenin ve tarımın başlangıcı sonucu ortaya çıktı. Çok yakın zamana dek bu hastalıklar topluca, insanların ölüm sebeplerinden en önemlisini temsil ediyorlardı.”  Tarımın gelişmesi, “ev yerleşkesinin” ortaya çıkması ve evcilleştirilen hayvanların diğer canlılarla teması yeni bir ekolojik ortamı yarattığı gibi av hayvanları, balıklar ya da bitkisel yağlar yerine karbonhidrat ağırlıklı beslenme insanın parazitlere daha açık hale gelmesine neden teşkil etti.

Scott, derinlemesine yaptığı araştırmasında parazitlerin yaşamımıza daha fazla girmesi ile tahılın yaşamımıza daha fazla girmesi arasında bir koşutluk olduğunu ileri sürer: “Neolitik dönem çiftçilerinin başına bela olmuş ekin hastalıklarının büyük oranda, bu beslenmeye yönelik tarımsal ekolojiden faydalanacak şekilde evrimleşmiş yeni patojenlerden oluştuğunu farz etmek akla yakındır. ‘Parazit’ kelimesinin anlamı Yunanca kökünde ‘tahılın yanında’ demektir.” Her ne kadar evcilleştime insanın bir başarısı gibi yorumlansa da bu tarihsel süreç içerisinde insanın varolma mücadelesinin çok çetin olduğu ve bir yandan doğadan yararlanan insanın diğer yandan bu yararlanma biçimleri itibari ile ciddi kayıplara uğraması bu sürecin kompleks yapısını göstermektedir. 

İnsanlık tarihinin önemli sorunsallarından biri de devletin ne zaman ve hangi koşullarda ortaya çıktığıdır. Scott’a göre, devletin varlığından bahsedebilmemiz için kimi nesnel koşullar var: vergilerin (ister tahıl, ister emek, ister para cinsinden olsun) tespit edilip toplanmasında uzmanlaşmış; yönetici ya da yöneticilere karşı sorumlu bir memurlar hiyerarşisine sahip kurumlar; katip sınıfı; zırhlı (profesyonel) askerler. Böylesi bir kurumsallığın ortaya çıkması ise yine tahıla dayandırılabilir: “Antik dönemin ilk kurulan ve en önemli tarım devletlerinin (Mezopotamya, Mısır, İndis Vadisi, Sarı Irmak) geçim temeli birbirleriyle kayda değer benzerlikler taşımaktadır. Hepsi tahıl devletleridir: buğday, arpa ve Sarı Irmak örneğinde akdarı. Daha sonra temel gıda ürünlerinin listesine sulanmış topraklarda yetiştirilen pirinçle Yeni Dünya’daki mısır eklense de, bunları takip eden diğer erken dönem devletleri de aynı örüntüyü izlemektedir.” Öyleyse gelişmiş bir tahıl üretimi devletin ortaya çıkmasında temel etkenlerden biri olmuştur. Kuşkusuz tahıl üretimi ile devletin ortaya çıkışı arasındaki bu bağıntının ekonomik bir temeli vardı: “Vergilendirilmeye elverişli olan tek ürün tahıllardı. Gözle seçilebiliyor, bölünebiliyor, değer biçilebiliyor, depolanabiliyor, taşınabiliyor ve ‘tayın’lanabiliyordu […] Tahıl taneleri, emek de dahil olmak üzere başka metaların değerini hesaplamaya yarayan, ticareti yapılabilen ve vergisi alınabilen bir değer ölçüm standardı oldu.” Bu bağıntının kritik yönü, tahılın tarihine koşut olarak ele alınan devlet tarihinin ekonomik ya da sınıfsal özünün nesnel saiklerine işaret ediyor olmasıdır. Bu nedenle Scott’un tahıl ile devlet arasındaki bağıntıyı irdelerken ele aldığı diğer olgular da yerleşik bir nüfusa sahip olmak açısından savaşların ve esaretin yanında dışarıdakilerin içeri girişini, içeridekilerin dışarı çıkışını engellemek için örülen duvarlardır. Politik hegemonyayı koruyabilmenin bir başka yolu ise yerleşik bir nüfusun korunması kadar “zorla çalıştırma”nın organize edilmesidir. Bu olgu, devletin güçlenmesinin belli bir üretim tarzının güçlenmesi ve merkezileşmesi ile koşullu olarak gerçekleştiğini gösterir.

Göçmenlik farklı üretim tarzlarını geliştirebilme olanağını beraberinde getirdiği için devletlerin denetimlerini sağlamaları açısından büyük sorun olmuştur. Oysa devlet denetimi üretimi gerçekleştirecek olanların bir biçimde tutsak altına alınmasıyla mümkün olacaktır. Bu geçiş zorlu olduğu kadar çatışmalara içkin biçimde gerçekleşmiştir. Marx’ın ‘sözde-özgürlük’ olarak da nitelendirdiği ve Das Kapital’de ele aldığı tarzda bir özgürlüğü gerektirir. Marx emekçinin özgürlüğünün iki anlamlı olduğunu söyler: “Birincisi, bu kimse meta olarak kendi emek gücü üzerinde özgür bir kişi olarak tasarrufta bulunabilmeli, ikincisi satabileceği başka metalar bulunmamalı, kendi emek gücünü gerçekleştirmesi için gerekli olan her şeyden yoksun, özgür olmalıdır.” Scott da bu süreci üretim ilişkileri açısından ele alır: “Dünya bütünüyle tasarruf altına alınıp üretim araçları tamamen özel mülkiyete dönüşünce yahut devlet seçkinlerinin denetimine girdikten sonra; tek başına üretim araçlarının (toprağın) denetimi, insanları esaret altında tutan kurumlar olmaksızın artık çıkarmak için yeterli hale gelmişti.” Öyleyse devletin inşasında bir başka kurucu unsur olarak “artık üreten bir işgücü” zorunluluğu aşikârdır.  Marx’a kulak verelim: “İnsan tarihe iki açıdan bakabilir ve tarihi doğa tarihi ve insanlık tarihi diye ikiye bölebilir. Ancak, bu iki yan birbirinden ayrılmaz. İnsanlar varolduğu sürece, doğa tarihi ve insanlık tarihi karşılıklı olarak birbirini koşullayacaktır.” Öyleyse hareket noktamız tarihsel ve gerçek öncüller olmalı: “Bunlar, gerçek bireyler, bu bireylerin faaliyetleri ve hem hazır halde buldukları hem de kendi faaliyetleriyle yarattıkları maddi yaşam koşullarıdır. O halde, bu öncülleri, tamamen ampirik yolla saptamak mümkün” (Marx). Doğa tarihi ile insanlık tarihinin koşulluluğu esastır ve tarihe ilişkin bilgimizin hakikati içermesi için bu koşulluluğu belirleyen etkenleri gerçekliğe uygun biçimde anlamak kadar tarihsel araştırmada ortaya çıkan her gerçeklik ile bilgimizdeki yanlışları, eksikleri, yetersizlikleri gidermek hakikatimizi güçlendirmek ve derinleştirmek açısından kritiktir. Öyleyse hem içinden geçtiğimiz salgın sürecini hem de insanın doğayla ilişkisindeki tarihsel sürecin ekonomik, politik, ekolojik vb. boyutlarını bütünlük içinde kavramak açısından bu esnekliğe ve bu eleştirelliğe sahip olmak bize mevcut durumu aşmaya dönük gücün de anahtarını verecektir.    

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Ağustos 2020 tarihli 20. sayısında yayınlanmıştır.