Sefillerin Ürkek Adımları ve İsyan

Yönetmen Ladj Ly’nin ilk uzun metrajlı filmi olan Sefiller, 2006 yılında çekmiş olduğu 365 jours a Clichy Montfermeil adlı kısa belgeselinin uzun metrajlı halidir. Filmin çekildiği mekan olarak yönetmenin de yaşamının geçtiği aynı zamanda Victor Hugo’nun Sefiller’indeki ünlü Thenardier ailesinin de yaşamının geçtiği Montfermeil’inin seçilmiş olması ile yönetmen bir yandan kendi geçmişiyle hesaplaşarak insanlarda düzen sorununu işlemeye çalışarak  bir yandan da Victor Hugo’ya saygı duruşu yaparak Montfermeil’in  hala bildiği gibi Sefalet içinde olduğunu söyler.

Yönetmen bu film ile Fransa’da göçmen olma ve azınlık olma meselesini banliyö mekanı üzerinden  anlatmakla birlikte aslında bir düzen sorununu dile getirmektedir. Banliyö veya diğer adıyla gettolar toplumun dışına atılmış ‘’marjinal’’ grupların yer aldığı mekanlardandır. Modern toplumun günlük yaşantısı içerisinde görmek istemediği göçmenler, dilenciler, seks işçileri vb. toplumun en alt tabakalarındaki insanlardan oluşmuştur. Filmde böyle bir mekan olan Fransa’nın büyük banliyölerinden birinde Montfermeil’de geçer. Kent merkezinin dışında, deliklerde yaşamaları reva görülen banliyö sakinleri için belki de sıradan denebilecek bir günde devletin polisi ile girdikleri çatışma ile birlikte dışlanmışlıklarının, baskının ve sömürünün biriken öfkesiyle alevlenen bir isyana tanıklık ederiz. Film bize asıl olanın toplumun en alt tabakalarında yaşayan insanların yaşamlarını devam ettirebilmek için dahi isyan etmenin zorunlu olduğunu göstermeye çalışıyor. Yönetmen Ladj Ly, Mathieu Kassovitz’in ünlü filmi La Haine’den esinlendiğini çokça söylemiştir söyleşilerinde ancak esinlenmek burada doğru kavram mıdır tartışılabilir. Devletin, baskı aygıtı olan polis ile toplumun alt tabakalarının sindirilip baskı altında tutabilmek için verdiği büyük efor onun normali iken, bizim normalimiz ve asıl olan da bu baskılarla rıza üretmeye çalıştıkları bu kokuşmuş düzeni yıkmak için harekete geçmek değil midir?

Filmde İsa adlı bir çocuk üzerinden, banliyödeki toplum dışına atılmış kimseler ile mafya, cemaatler ve devlet arasında kulmuş olan dengenin nasıl yıkıldığına şahit oluruz. Devletin baskı aracı olan polisler ile banliyö halkının sözde ortak paydada buluşarak çıkarları nezdinde hareket etmek zorunda kalmalarını ancak bu durumun nasıl ince bir buz üzerinde yürümek gibi olduğunu görmekteyiz.  Filmin düğüm noktasını çözen iki kilit unsur var: Bunlardan biri bu hassas dengede varoşlarda geleceksizliğe mahkûm edilmiş İsa adlı bu göçmen çocuğun yine göçmen ve toplumuna aslında kendine yabancılaşmış polis memuru tarafından gaz fişeği ile vurulduğu andır. Filmin bu patlama noktasından itibaren neler olacağını meraklı gözlerle izleriz ve banliyö de tüm grupların polisle yani aslında devletle kurmak zorunda kaldığı dengelerin hassasiyetini de görürüz. Polisin İsa’yı vurması ile bu anları kayda alan drone için bir koşuşturma başlar. Bu koşuşturma ile yönetmenin izleyicileri toplumsal sorunlara karşı izleyici olarak kalanları eleştirdiği de çok açıktır. Bu düzen içerisinde salt seyirci konumundan çıkamayarak bu düzeni sineye çekerek yaşanan tüm kokuşmuşluğu deliklerinden izleyerek harekete geçmeyenlerden dem vurmaktadır.

Filmde çarpıcı olan ve düzen içerisinde atfedildiğimiz konumu, kadın amir üzerinden anlatan sekans sarsıcıdır. Alt kültüre ait bizleri gördükleri yeri şöyle tarifler: “Hava 30 derece oldu mu insanlar sokağa çıkarlar tam bir karmaşa olur ama 35 derece ise bizim için mükemmeldir evlerinden çıkmazlar”. Bu söylevle açıkça devlet nezdinde toplumun alt tabakalarına itilmiş insanların böcek muamelesi yaptığını gösterir. Onlar için en mükemmeli deliğinden çıkmayarak orada sessiz, sedasız ölümlerini beklemek olacaktır.

Filmde özellikle giriş sahnesinde yapılan ulusal futbol maçı esnasında banliyöde yaşayan gençlerin bütün ezilmişliklerini, ötekileştirilmişliklerini unutarak kendilerini futbolun coşkusuna bıraktıklarını görürüz. Yönetmen milyon dolarlık borçlarına ve harcamalarına rağmen futbol sektörünün her defasında kurtarılmasının nedenini doğrudan bizlere göstermektedir. Kapitalist toplumda futbol halkın acılarını, ezilmişliklerini unuttukları sınıfsal farklılıkların ortadan kaldırıldığı herkesin ulusal bir kimlik ve duygu altında birleştirilmeye çalışan bir aygıt haline gelmiştir, peşi sıra gelen sahnede banliyödeki cemaat vari bir topluluğun gençlerle samimi ilişkiler kurmaya çalışması gayet yerinde bir vurgu olmuştur.

Polisler içerisinde bulunan time yeni atanan Stephanie adlı karakter bizlere klasik iyi polis-kötü polis ikilemini yaşatmaya çalışırken, filmin ilerleyen sahnelerinde ekipteki diğer polislerle ortak tutum almaya çalışması, işledikleri suçun üstünü kapmaya çalışmasından bunun nasıl bir kurmaca olduğunu görmekteyiz. Resmi ideolojinin birey üzerindeki izdüşümüdür. En sevecen kılıfında bile yüzsüzlüğü ve pişkinliği ile bize kendini gösterir devlet. O devlet aklıdır, çünkü kimsenin sorunlarını çözmekle uğraşmaz zaten derdi de değildir, film boyunca sorunların daha da karmaşıklaşması için uğraşır geçiştirir tıpkı İsa yaralandığında hastaneye götürebilme durumu varken eczaneden ilaç alarak onu geçiştirmesi gibi veya birçok noktada müdahale edebilecekken liberal bir tavır takınarak benden sorumluluk geçti diyebilmek için kayıtları İsa’yı vuran polise vermesi gibi. Çeperdekiler devletin umurunda değildir onun tek umurunda olan merkezdekilerin bu kokuşmuşluktan rahatsız olmamalarıdır. Film bize bu düzenin böyle devam etmeyeceğini, sömürülen, baskı altına alınan toplum kesimlerinin eninde sonunda bu çürümüş düzenden aynı zamanda kokuşmuşluklar içinde kalmış ebeveynlerinden, kendi kesimlerinden bu düzenden bir çıkarı olan herkesten hesap soracağını son sekanslarla gösterir. Filmde değinmek istediğimiz bir noktada yönetmenin özellikle vurulan çocuğun ve isyanı başlatan çocuğun adını İsa koymuş olması; İsa bilindiği üzere kurtarıcılığı ve affediliciliği ile bilinen bir motiftir, halkını sefaletten bu pespaye dünyadan kurtarabileceğine inanılan biri ancak bilindiği üzere keza görüldüğü üzere de kurtaramaz. Ama burada İsa’nın ölmesi ve yeniden doğuşunu çocuk İsa’nın yaralandıktan sonra polis, mafya, cemaat üçlemesi arasında olayın örtbas edilmesine karşı isyan başlatmasında görürüz. Yeniden doğuşun ancak bu düzenin yıkılması ile gerçekleşebileceğini gösterir bizlere.  Yönetmen son sahneyle birlikte isyanın yakıcı ve yıkıcılığını, ezilenleri kontrol altında tutmaya çalışan bütün ilişkilerin bir anda nasıl altüst olduğunu, eninde sonunda ezilenlerin öfkesinin bütün yapıyı yerle bir edeceğini ve etmesi gerektiğini İsa’nın öfkeli ama bir yandan umut dolu bakışları ile filmi bitirir.

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Ağustos 2020 tarihli 20. sayısında yayınlanmıştır.