10 Ekim katliamının beşinci yıl dönümü, adalet arayışının hala sonuçlanmaktan çok uzak olduğu, Türkiye’nin ise 10 Ekim katliamının habercisi olduğu olağanüstü hal iklimi içinde ve demokratik özgürlüklerin kısıtlanmasının normalleştiği bir ortamda gelip çattı. Bu iklim, Gezi’de yenilen toplumsal muhalefetin tekrar başkaldırma ihtimaline karşın iktidarın siyasal şiddeti çok yönlü kullanmaya karar verdiği, böylelikle HDP etrafında kümelenen ve büyüme emaresi gösteren siyasal alternatifi bölge politikasına da paralel biçimde boğmayı hedefleyen yönelimi çerçevesinde şekillendi. 7 Haziran seçim sonuçlarını tersine çevirme hedefiyle ve Suruç katliamıyla başlayan bu sürecin ne yazık ki politik amaçlarına ulaşmada büyük oranda başarılı olduğunu da teslim etmemiz gerekiyor.
1 Mayıs 1977 katliamı ile 10 Ekim’i karşılaştırmak, her ne kadar insani trajedileri karşı karşıya koyup birbirine göre değerlendirmek galiz bir çaba olsa da, solun ideolojik ve politik yenilgi ortamında gerçekleşen bir şiddet eyleminin politik sonuçlarının öfkeyi belirli bir odağa yönlendirerek onun siyasi etkisini büyütürken tersi durumda büyük oranda dağıtıcı olabileceğini gösteriyor. 103 insanımızın katledildiği bu insanlık dışı saldırı bir avuç insanın adalet arayışı dışında toplumsal hafızanın derinliklerine itilmiş durumda. Mahkeme süreci sonlandıktan sonra, 10 Ekim günü Ankara Garı’nda olanların yıllık anmaları dışında geriye ne kalacağı belirsiz. Bu koşullarda IŞİD unsurlarıyla devletin sert çekirdeği arasındaki ilişkiyi bulmak politik olmaktan çok polisiye bir faaliyet haline geliyor. Kuşkusuz bunun sorumlusu tüm bu hafızasızlık ortamında ısrarla davayı takip edenler değil, geldiğimiz noktada politik örgütlülükleri “fan club” topluluklarına çevirerek örgütsüzlüğü örgütleyen sol liderlik yapılanmalarıdır.
10 Ekim günü Ankara Garı’nda olanlar, orada yoldaşlarını kaybedenler kuşkusuz esas düşmanı, katliamın failini unutmamalı. Sınıf savaşı sıkça kullandığımız bir kavram. Kavramı biz sıkça kullanıyoruz sermaye sınıfı ve onun devleti kavramın adını ağzına almasa bile fiilen hep uyguluyor. O zaman adalet arayışının yanı sıra onun siyasi bağlamı olarak biz de sınıf savaşının ateşini harlamalıyız. 10 Ekim’in hesabını sormanın yolu budur. İşte yukarıda altını çizdiğimiz sol liderlik yapılanmalarının sorumluluğu bu bağlamda gündeme gelmektedir. 10 Ekim sonrasında zor bir siyasi mücadele dönemine moral ve örgütsel anlamda yıpranarak giriyoruz demiştik, bu tespitin doğallığında son beş yılda hep zemin kaybettik.
Biz Komiteciler, 10 Ekim’i alışıldık siyasi rutinimizi değiştirme yönünde bir ihtar olarak anladık ve öyle davrandık. Toplumsal karşılığının ne olduğu meçhul siyasal aygıtları kollama adına toplumsal gerçeklikten uzak durmanın, butik toplumsal faaliyetlerimizin reklamını yapmanın sınıf savaşı kapsamında değerlendirilebilecek politik faaliyetler olmadığını ifade etmiştik. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz kimi topluluklardan kopup işçi hareketi içindeki örgütlülüğümüzü butik olanın ötesinde toplumsal hakikatle yüzleşilecek yerde inşa etmeye çalıştık. Bu kritik dönemi siyasi sorumsuzluğa heba edemeyiz demiştik. Bu doğrultuda pozisyon almaya uğraştık.
Komiteciler, bazıları yakın mücadele arkadaşlarımız olan 103 10 Ekim şehidine karşı olan sorumluluğunu böyle kavrıyor. İnsanlarımızı öldüren katillerin memlekette serbestçe cirit atmasını sağlayan çakalların katliam akşamı demeç verirken gevrek gevrek sırıtamayacağı bir toplumsal direniş ortamının oluşmasına katkı sağlamak, siyasi görevimiz budur. O zaman şu şiar kuvveden fiile çıkmış olur: 10 EKİM ŞEHİTLERİ ÖLÜMSÜZDÜR.