Reality Müge Anlı veya Hakikat

90’lı yıllardan beri TV’lerde bir “Reality Show” furyası var. Bunların popüler kültüre etkisinin yanında bazıları var ki doğrudan devlet-yurttaş-hukuk üçlüsünü show’nun nesnesi kılıyor. Belli aralıklarla tekrarlanan anketler 1980’lerden yakın zamana kadar insanların üçte ikisinden fazlasının TV’yi yalnızca birincil değil, aynı zamanda tercih ettikleri haber kaynağı olarak gördüğünü ve yarısından fazlasının en güvenilir kaynak olduğuna inandığını göstermekte. Bugün bu durum değişti. Bu, Türkiye’de yandaşlık çıkarları için ayaklar altına alınan habercilik anlayışının etkileri dışında insanların gerçekle kurdukları ilişkinin dolayımının değişmesiyle de ilgili. Buna rağmen az önce söz konusu ettiğimiz Reality Show’lar halen oldukça popüler. Daha da ilginci devlet erkinden ve hatta komşularından, yakınlarından medet ummayı kesen gittikçe daha fazla insanın sorunlarını gidermek için bu televizyon programlarına başvuruyor olması. Bunun sebebi en yüzeysel anlatımla bu programların herhangi bir politik ya da düzenleyici yasa tarafından sınırlandırılmamış bir hükümetin rolünü üstleniyor olması. Bu programlar hiçbir güç ilişkisiyle bağı olmayan, amacı yalnızca ve yalnızca hakikati ortaya çıkarmak olan karizmatik bir sunucu ve onun dobra tarzı etrafında kurgulanarak insanlara adeta bir ütopya sunuyor. Bu programların ve sunucularının genellikle kimseye eyvallahları olmayan bir tarzları vardır ve yalnızca mağdur kişinin sorununu çözmeye odaklanırlar. Vaka olarak ele aldıkları konular genellikle devletin işlemeyen veya yanlış işleyen kurumlarından kaynaklanıyor olsa da bu aşırı cesur ve ilkeli sunucular yerini doldurdukları devlete asla laf ettirmez ve mağdurun isyanı ne kadar haklı, politik veya apolitik olursa olsun onu sustururlar. Peki bu programlar halk için gerçekten umut mudur? Bakalım.

Dramatik, halkın gerçeğini ekrana taşıyan ve teşhir, duyurma, ihbar gibi yöntemlerle “halkımızın” dertlerine derman olan Reality Show’ların ilki Türkiye’de 1993 yılında yayınlanmaya başlayan “Sıcağı Sıcağına”dır. Bu program da yurt dışı muadilleri gibi kurban olarak sunulan sıradan insanların bireysel öyküleri, otorite, adalet ve güvenlik söylemlerini üreten suç mahalleri ya da devlet televizyonunun resmi söylemi tarafından uzun zamandır gizlenmiş/üstü örtülmüş gerçekleri ortaya çıkartacak gerçekçi teknikleri kullanan diğer öyküler etrafında döner. Burada fail bazen gelenekler ve toplumsal baskı, bazen halkın kendisi olabilirken bazen de dayandığı hakikatin kayganlığı ve kaypaklığı nedeniyle farklı konseptlerde mağdur olabilmektedir. Devlet kurumları için küçük bir parantez açalım; bunlar asla fail olamaz, genellikle orada “çiğ süt emmiş” bir hemşire, “kötü niyetli” bir polis veya “dikkasiz” bir memur vardır ve yüzlerce insanın ortak sorunu olan bu olaylar bu şekilde istisnai bir soruna indirgenerek devlet ve sistem eleştirisinin köşesinden böylece dönülür. İşlemeyen kurumların yerini doldurarak adalet dağıtmayı amaçlayan ama sürekli olarak söylemsel düzeyde bu kurumların üstünlüğüne vurgu yapan bu programlar hem halk ile kurulan hiyerarşik ilişkinin bir yansıması hem de yayıncılık etiğinin ezilebilirliğine dair iyi örneklerdendir.

Reality Show’lar gerçekliğin aksine bir umut ve dayanışma heyulası yanında izleyicileri aktif birer unsur olarak dizayn etmesi ve bir ortak deneyimi sağlaması sebebiyle oldukça fazla insanın ilgisini çekiyor. Bireyi bütün sıradanlığı ve “kendiliğindenliği” ile ön plana çıkararak ve artık kendi yaşamının profesyoneli kılarak inşa eden bu programlar diğer yandan Türkiye gibi yargı mekanizmasının Twitter gibi mecralardaki kitlesel tepkilerle yönlendirilebildiği ülkelerde aynı zamanda bir alternatif yasama, yürütme ve yargının temsilcisi olabiliyor. Bunun ete kemiğe bürünmüş hali bugünlerde Müge Anlı. Anlı, yıllardır “halkımıza umut” olurken polisi harekete geçirmek, kanıtları bir araya getirmek, canlı yayında gerçekleşen sorgulamalar gibi show’un bir parçası olan pratikleriyle de “kamu yararına” çalışıyor. Bu haliyle televizyon belli başlı devlet aygıtlarının yerine geçiyor, bu yayınlar bu yolla izleyicileri için birincil otorite konumunu alıyor. Peki bu normlar üstü konsept gerçekten halk için bir umut mu? Geçtiğimiz günlerde bu sorunun cevabını net bir biçimde aldık. Ona buna adalet dağıtan, kadına dair kurgulanan makul özgürlüklerin sınırları içinde onları güzelleyen fakat kendi eğitim düzeyi ve maddi koşullarını sağlayan sınıfı kutsamaya gelince de onları ezmekten çekinmeyen Müge Anlı, devlet ve onun çıkarlarına o kadar hayati bağlarla bağlı ki kendisinin veli nimeti ya da daha şık ifade edelim; show unsuru olan insanları, konuştukları dile göre programa kabul ediyor, onları dinliyor ve varlıklarını kabul ediyor. Aynı kişi, olayda parmağı olan devletlular dışındaki herkesin merakla çözülmesini beklediği Rabia Naz cinayetini görmezden geliyor ya da Aleyna Çakır cinayeti için yüksekten atıp kulağı çekilince hiç var olmamış gibi dosyayı kapatıyor. Peki Nadira Kadirova? Gizemli, skandal bir cinayet. Tam bu program konsepti içinde eritip kamu hizmeti adı altında insanların hayat tarzlarını ifşa edip “-mış gibi” yaparak çözüme dair ipuçları vermelik bir vaka fakat Müge Anlı kadın bir göçmen işçi olan Nadira Kadirova’nın adını bir kez bile ağzına almadı. Üstün dehası ve korkusuz yüreğiyle hiçbir detayı gözden kaçırmayan Anlı’nın nedense bu olaydan haberi olmadı. Neden olduğunu söyleyelim çünkü Nadira, AKP İstanbul Milletvekili Şirin Ünal’ın evinde öldü. Bu örnekler şu hakikatin ifşası için yeterli; kamusal alanın daraldığı yerde yurttaşı işler bir özne kurgusu içinde oyalayan veya yapısal krizleri sebebiyle işlemeyen devlet unsurlarının eleştirilebilirliğini gizleyen bu konseptler halka ne umut ne de çözüm olabilir. Halk ancak kendi mahkemelerini kurduğunda özne olacak, hayatlarını ellerine alacaktır, gerisi lafı güzaf…