Adı pek çok felaketle özdeşleşen 2020 yılının yaygın bir teması da Türkiye’de hukuk düzeninin bütünüyle yıkılması, anayasa ve yasaların büyük oranda Saray’ın keyfi emirleri karşısında anlamsızlaşmasıydı. Gelinen noktada kamu görevlileri bir uygulamanın ya da yurttaş haklarının yasal temeli olup olmadığına bakmadan bu konuda Saray kaynaklı bir emir var mı, yok mu bunu önemsiyor. Kuşkusuz yeni bir siyasal düzen, eskisi yıkılmadan kurulamıyor. Bu bakımdan hukuk düzeninin yıkılmasının Cumhur İttifakı Türkiyesinde şaşılacak bir tarafı yok. Fakat Cumhur İttifakı görüldüğü kadarıyla yeni siyasal düzenin hukuki köşe taşlarını yeterince hızlı oluşturamıyor. Bunun ortaya çıkardığı uzayan belirsizlik ortamı gelinen noktada sermaye sınıfını bile bir ölçüde rahatsız ediyor, hükümet koalisyonunun ve bu koalisyonun görünür yüzü olan Reis’in siyasal gücünü sarsıyor. Dolayısıyla yeni atanan Ekonomi Bakanı ve Merkez Bankası Başkanı, TÜSİAD sözcüleri gibi bol bol öngörülebilirlikten bahsediyor.
Anayasasızlaşma kavramıyla ifade edilen hukuk düzeninin ortadan kaybolması, iktidarın emirnamelerinin yasa ve yönetmeliklerin üzerinde bir etki gücüne sahip olmasını anlatıyor. Bu biçimiyle de kamu idaresinde bütünüyle keyfiyetin hâkim olması anlamına geliyor. Bu, siyasal kriz ya da ekonomik sıkıntı anlarında aşağıdan gelişen demokratik bir halk muhalefetini ezmek noktasında işlevsel olduğu ölçüde sermaye sınıfının da isteyeceği bir durumdur. Nitekim 12 Eylülcülerinin çıkardığı 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanun (mülga), cuntanın 27 Mayıs Anayasası’yla çelişen bildirilerinin anayasa değişikliği hükmünde sayılacağını düzenlemişti. Bu uygulama 1982’de yeni anayasa yürürlüğe girince bitti ve 12 Eylül’ün ferman devleti, her ne kadar kanunları evrensel hukuk normlarına uymasa da yeniden bir kanun devleti oldu. Fakat bu tip keyfi uygulamalar, 15 Temmuz’dan sonra olduğu gibi uzun bir süreye yayıldığında, hele de günümüzün enformasyon çağında, hızla sermaye düzeni açısından bir ayak bağına dönüşüyor.
Ferman devletleri, kararnamelerle yönetilen başkancı rejimleri ifade etmek için kullanılan bir terim. Bu terim özellikle Türki eski Sovyet Cumhuriyetlerini tanımlamak için kullanılıyor zira ferman sözcüğü bu ülkelerde başkanlık kararnamesi anlamında kullanılıyor. Oysa, Türkiye Cumhuriyeti geleneksel olarak Batıcı tutumundan dolayı da kanun hâkimiyetine vurgu yapan bir siyasal rejim. Kısa, olağanüstü rejimler dışında içinde bulunduğu uluslararası ittifaklar, siyasetinin rejim tercihleri açısından asgari gerekliliklerine uygun davranıyor. 15 Temmuz sonrası yeni sistemi inşa eder gözükürken bu normlardan kalıcı sapmayı kişisel siyasi konumunu kuvvetlendirme fırsatı olarak gören iktidar unsurları egemen sınıfın güvenini kaybediyor. Bu noktadaki eleştiriler daha gür dile getiriliyor ve yurttaşın hukuk devleti talebinin içeriği şekillendiriliyor. Bu yüzden 2020, yargı ve hukuk düzeni ile ilgili derin sıkıntıların iyice görünür hale geldiği bir yıl oldu.
Anayasasızlaşmış bu siyasal düzen sermaye sınıfını rahatsız ettiği ölçüde, 2021 yılı içinde bu anlamda daha fazla hedef tahtasına oturtulacaktır. Bu noktada önemli olan, hukuk düzeni yeniden ihdas edilirken 15 Temmuz sonrasında krizi fırsata çevirip uzun zamandır talep ettiği pek çok başlıkta yasal kazanımlar elde eden sermaye kesiminin bu kazanımlarının normalleştirilmemesidir. Hukuk devleti ilkesinin sınıflar mücadelesinden müstesna, yansız bir kavram olduğunu ve sadece bireysel hak ve özgürlüklerle ilintili olduğunu düşünme yanlışına düşmemeliyiz. Yeni anayasa yapma çalışmaları aynı zamanda toplumdaki güçler dengesini katılaştırma sonucunu da doğuracaktır. Bu noktada sosyal adaleti geliştirecek ve emekçilerin örgütlenme haklarının önündeki engelleri yıkacak bir tutumu benimsemeli, Batıcı, liberal hak ve özgürlükler tekerlemelerine kapılıp gitmemeliyiz. Anayasa tartışmaları bu bakımdan da 2021’de gündemimizde olacaktır.