Başımıza yıktıkları kentleri, başlarına yıkacağız!

2020 yılında Türkiye’de gerçekleşen Elazığ, Bingöl ve İzmir depremlerinde 159 kişi hayatını kaybetti, binlerce aile evsiz kaldı. Elazığ’da ve İzmir’de hala çok sayıda yurttaş konteyner kentlerde yaşamaya devam ediyor. 21 yıldır halktan toplanan ve her depremden sonra ilk olarak akla gelen deprem vergilerinin güvenli konutlarda yaşayamayan yurttaşlar için kullanılmadığı da çok açık.

Öte yandan deprem bölgelerinde büyük riskler altında yaşamaya mecbur bırakılanlar en zor zamanlarda dayanışma ile zorlukları birlikte göğüslüyorlar. İzmir Depremi gerçekleştikten hemen sonra halkın dayanışmasını örgütleyebilmek, yalan ve dezenformasyon içeren haberlere karşı halka gerçek bilgileri ulaştırmak için Ege Deprem Koordinasyonu kuruldu. Memleketin dört bir yanına sıçrayan ve deprem toplanma alanlarında 7/24 çalışan bir gönüllü ağı oluşturularak güçlü bir dayanışma pratiği ortaya çıktı.

Deprem sonrasında halkın ihtiyaçlarını karşılamak konusunda âtıl, beceriksiz kalanlar kendi yönetim krizini idare etmek için devletin zor gücüne başvurarak deprem gönüllülerini kriminalize etmeye çalıştı. Ege Deprem Koordinasyonu ise hiç ayrılmadığı üç deprem toplanma alanında olabildiğince geniş bir çalışmaya dönüştü ve polislerin bütün baskıları ve saldırı tehditleri depremzedelerin tepkisiyle karşılaştı. Çünkü çalışma, depremzede-gönüllü ayrımının ortadan kalktığı, çadırlarda kalan depremzede ve gönüllülerin birlikte çalıştığı bir muhteva kazandı.

Bu dayanışmanın gücü, kudreti polis karşısında da direngen bir tavırla halkın dayanışmasının engellenemeyeceğini somut olarak gösteren bir pratiğe dönüştü ve saldırma cüretinde bulunan polisler geri çekilmek zorunda kaldı. Ege Deprem Koordinasyonu, depremden itibaren deprem toplanma alanlarının boşaldığı güne kadar, 17 gün boyunca alanlardan ayrılmayarak bugünlerde bile dayanışmayı büyütmeye devam ediyor.

Her depremde yoksulların enkaz altında kaldığı, çadırlarda, konteynerlerde yaşamak zorunda bırakıldığı gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Zenginlerin ise güvenli evlerinde tedirginlik hissettiklerinde yazlıklarına, yeni evlere geçtiklerine şahit oluyoruz. Bir örnek ile uçurum daha iyi anlaşılabilir; İzmir depreminde, deprem toplanma alanında bir aile depremden 3-4 gün sonra, kapıcı olarak çalıştıkları binada hiç kimsenin kalmamasına rağmen apartman yönetimi tarafından evlerine çağrıldıkları için çalışmaya evlerine döndüler.

Risk altındaki binada kalmak ile deprem toplanma alanında işsizliğe, açlığa mahkûm edilen depremzede bir aile, bize milyonlarca yoksulun gerçeğini haykıran tır şoförü Malik Yılmaz’ın “Beni virüs değil, sizin düzeniniz öldürür!” sözünü hatırlattı. Aynı zamanda İzmir depremi sürecinde yaşananlar kentlere dönük süren tartışmaların derinleştirilmesi ihtiyacını ortaya koydu.

***

Kentler düzenin ekonomik, ideolojik ve politik olarak yeniden üretildiği alanlar olarak inşa ediliyor. Üretimin organize sanayi bölgelerine taşınması, mücadele hafızasını diri tutan üniversitelerin bölünmesi, bekçiler eliyle mahallelerin izlenmesi bunlara dair akla gelen ilk örnekler olabilir.

Her geçen gün daha da yoksullaştırılan, açlığa mahkûm edilen işçilerin büyük çoğunluğu organize sanayi bölgelerinde, kent merkezlerine uzak yerlerde çalıştırılıyor. Organize sanayi bölgeleri (OSB) Türkiye’de ilk olarak 1962 yılında Bursa’da kurulmuş ve 2000 yılına dek Türkiye’de 48 organize sanayi bölgesi varken son 20 yılda bu sayı 325’i bulmuş durumda. Yoksullar ise üretim sürecinin olabildiğince hızlı ilerleyebilmesi adına bu bölgelerin çevresine yerleştiriliyor.

Ekonomik olarak, sanat başta olmak üzere, kentin hiçbir sosyal imkanından yararlanamayan işçiler yaşadıkları mahallelerden de dışarı atılıyor. Yakın dönemde mahallelerin yıkıldığı ve mahallelinin şehrin ücra köşelerine gönderildiği yüzlerce örnek bunu açıkça gösteriyor. Ya da bir diğer yöntem olarak yoksul mahallelerin etrafının gökdelenlerle, fabrikalarla çevrelenmesiyle yoksulların kuşatıldığını görüyoruz. İstanbul’da E-5’in böldüğü, zenginlerin yaşadığı Ataköy ile yoksulların yaşadığı Şirinevler’deki salgın vaka sayılarının arasındaki uçurum ekim ayında haberlere konu olmuştu. Kentlerin her açıdan yoksullar aleyhine dizayn edildiğinin çok açık bir başka örneğini burada görmüştük.

Yine aynı şekilde özellikle kent merkezlerinde olan ve mücadele tarihiyle öne çıkan birçok üniversite ve fakülte de hem bu hafızayı yok etmek hem de düzen için dinamizmiyle tehlike arz eden öğrencileri uzaklaştırmak adına kent merkezlerinin dışına taşındı. Bu adımları, mücadele dendiğinde mekânsal olarak akla ilk gelen Taksim Meydanı ve çevresini toplumsal hafızayı yok etmeye dönük yıkım projelerinden ve 1 Mayıs, 8 Mart, 25 Kasım gibi tarihsel günlerde meydanın, İstiklal Caddesi’nin işçilere, gençlere, kadınlara kapatılmasından ayırmamak gerek elbette.

2825,90TL olarak belirlenen asgari ücret 380 dolara tekabül ediyor. İTO’nun açlık sınırının altında ve güvencesiz çalışan milyonlarca işçiyi yabancı yatırımcı için bir cazibe olarak sunan raporuna ve son dönemdeki gelişmelere baktığımızda ucuz işgücünün ihraç edilmesi yolunun daha çok izleneceği bir süreç izleyeceğiz. Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu/Türkiye-Çin İş Konseyi Başkanı, Çin’in Türkiye’den Gebze OSB (160 fabrika) alanı kadar bir OSB alanı talep ettiğini açıkladı. Yine Cerattepe, Kazdağları ve yüzlerce örnekte gördüğümüz gibi memleketin doğasına dönük saldırganlığı artıracak adımların atılacağı bizzat Erdoğan tarafından şu günlerde açıklanmaya devam ediyor.

Sermayedarların çıkarları doğrultusunda yaşamımız, kentlerimiz inşa edilmeye devam ediyor. Karşı koyamadığımız takdirde neler yaşanacağını tahmin etmek çok da zor değil, bulunduğumuz manzaraya bakmak yeterli. 2 milyon civarında konut stoku olduğu haberlerini, 70 bin kişinin evsiz olduğu haberleri izliyor. Boş konut sayısı her gün artarken yine bununla paralel olarak evsiz sayısı da artıyor. OSB’ler artarken işsizlik de artıyor. Bunlar birbiriyle çelişkili gibi görünse de düzenin işlemesi için sermaye birikiminin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor.

Bizler, yoksullar, güvensiz evlerimizde, deprem toplanma alanı dahi bulamadığımız mahallelerimizde açlık koşulları altında yaşıyoruz. Her bir karışını işçilerin elleriyle var ettiği kentler, yine işçilerin elleriyle yoksulluğu daha da derinleştirecek bir tarzla yeniden ve yeniden inşa ediliyor. Kendi inşa ettiğimiz kentlerde çoğu zaman kendimize ait güvenli bir alanımız yok. Peki ne yapacağız?

Kentler her daim yoksulların başına yıkıldı, yıkılmaya da devam ediyor. Bu bazen bir savaşla bazen bir depremle bazen de bir mahkeme kararıyla mahallelerimize, parklarımıza giren iş makineleriyle. Ama unutmamak gerek, kentlerin her bir karışında ellerinin izi bulunanlar yine kentlerin meydanlarını direnişleriyle dokudular, dokumaya da devam ediyorlar. İşte biz bu kentleri, kentlerimizi, her gün yeniden ve yeniden başımıza yıkılmadan yıkacağız. Hem de kentsel dönüşüm adı altında yoksulları kentin dışına atan, zenginlere yerleşebilecekleri görkemli alanlar açan bir yönteme boyun bükmeden. Kentsel dönüşüm masallarına aldanmadan bu kentleri yıkacağız. Yıkmak demek bazen Gezi Parkı’ndan Haydarpaşa’ya, Sulukule’den Cerattepe’ye savunabildiğimiz ya da savunamadığımız tüm deneyimlerden beslenerek elimizde kalanları savunmak demek. Bazen kent suçu yapıları yıkmak, mahallelerimize çökenleri kovmak demek. Büyük İstanbul depremi gibi beklenen tehlikelerin ışığında kenti sadece bir deprem ve önlem bağlamındaki tartışmadan genişleterek düzenin “kentsel dönüşüm”, “sürdürülebilir kent” vb. masallarına kapılmadan, kenti özneleriyle yıkmanın ve inşa ettiğimiz kentlerin gerçek sahipleri olarak, ellerimizle var etmenin zeminlerini yaratmak için “Kent Enstitüleri” olarak bir tartışma ve çalışma süreci başlatıyoruz. Tüm dostlarımızın da katkılarını bekliyoruz.