İşçiler Neden Ankara’ya Yürüyor?

1966 yılında Çorum Belediyesi ve Genel-İş arasındaki toplu iş sözleşmesi süreci önce uyuşmazlık sonra grev süreci ardından da anlaşmayla sonuçlanır. Bir süre sonra Belediye Başkanı ve Meclisi işçilerden 72’sini toplu sözleşmeyle hak ettikleri ücretlerin daha altında koşullarda çalışmasını zorlayacak bir mesleki konum değişikliği kararı alır ve bunu işçilere dayatır. Aralarında Çorum Genel-İş Şube Başkanı’nın da olduğu 72 işçinin iş akitlerine son verilmesi üzerine, sendika şube başkanı ve bölge temsilcisiyle birlikte 54 işçinin katıldığı Çorum’dan Ankara’ya, Ankara’dan İstanbul’a 734 kilometrelik 34 gün süren bir yürüyüş başlatırlar. Çorum Belediye Başkanı’nın hukuk tanımayan kararına karşı, hukuku temsil eden siyasal iktidar ve devlet kurumlarının merkezi olan Ankara’ya yürüme kararı alan işçiler, Ankara’ya vardıkları süre içinde talepleri karşılanmayınca bu kez yaşadıkları hukuksuzluğu, hukukun işveren yanlısı boyutunu millete anlatarak teşhir etmek üzere İstanbul istikametine doğru yürüyüşlerine devam ederler. Yürüyüş hem güzergâh üzerindeki il ve ilçelerde, hem ulusal hem de uluslararası kamuoyunda büyük yankı uyandırır. Taksim Meydanı’nda öğrenciler karşılar işçileri, yürüyüşe sahip çıkmayan Türk-İş, talepler konusunda oyalayıcı davranan siyasi iktidar sert biçimlerde eleştirilir ve daha fazla kamuoyu oluşturmak için yürüyüş istikameti İzmir’e doğru çevrilirken talepler karşılanır.

2021’deyiz ve 1966’daki ilk “uzun yürüyüş”ten bugüne işçiler, kamu emekçileri ve tüm emekçiler defalarca Ankara’yı hedef tahtasına koyarak değişik sınıf talepleriyle yurdun dört bir yanından yürüyüşler gerçekleştirdiler. Bir önceki dönem sendikacılığının kapanış eylemi olan 2009 sonunda başlayıp 78 gün süren Tekel Direnişi ve 95 Haziran’ında iki gün Kızılay Meydanı’nı işgal eden 150 bin kamu emekçisi örneğinde olduğu gibi, doğrudan araçlarla Ankara’ya varıp orada meydan, alan işgalleri biçiminde fiili direnişler de gerçekleştirdiler. İster adım adım yürünsün isterse doğrudan Ankara’ya varılarak orada direnişte ısrar edecek biçimde sürsün tüm bu hareketlerin ortak özelliği işçi ve emekçilerin kendilerini koruduklarını düşündükleri yasalara rağmen uğradıkları haksızlıkları devlete ve halka anlatmaktır. İşçiler kendi acil gündemlerini ülkenin genel gündemine iliştirmek ya da o gündemin merkez konusu yapmak, yasada hâlihazırda kendi lehlerine bir kanun maddesi yoksa bile kendi haklarının yasa haline gelmesini ya da mevcut sınırlı hakların sınırlarının kendi lehlerine genişlemesini sağlamak üzere bu tür bir eylem yoluna başvururlardı.

Özellikle 24 Ocak 1980 Kararları ve 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte emekçilerin haklarına yönelik yoğun bir saldırıyla kendi programını zorla dayatan neoliberalizm, başlangıcından bugüne emekçilerin lehine olan, önceki dönemin mücadelesiyle kazanılmış hakları tamamen budadı. Özel sektörden kamuya tüm çalışma rejiminin özelleştirmeler, taşeronlaştırmalar, güvencesizleştirme, esnekleşme saldırıları ile iğdiş edildiği, fiili ve hukuki hak gasplarının sıradanlaştığı bir dönemin içinden geçtik. Ülkemizin bağımlı olduğu emperyalizmin neoliberal programının temel bir özelliği olan, küresel düzeyde gerçekleşen planlama ve işbölümünün direktifleri doğrultusunda işçilerin haklarının neredeyse bütünüyle çalındığı sermaye sınıfının tüm taleplerinin kanun, yönetmelik ve genelge maddelerine dönüştürüldüğü süreçleri yaşadık, yaşıyoruz.

Emeğin maliyetinin düşürülmesi stratejileri doğrultusunda işletilen vahşi sömürü ve köleci çalışma rejiminin fiili, hukuki boyutundaki gasp faaliyeti karşısında, işçilerin olası tepki ve isyanını bastırmanın rıza boyutunda içerilmesinin yönetilmesi açısından neoliberalizme secde etmiş siyasal İslam, AKP şahsında tüm ağlarıyla birlikte iktidara taşındı. Bu iktidar, işçileri tarikat, mafya, medya, üniversite, ülkücülük ve benzeri ağlar yoluyla yoğun bir ideolojik, kültürel, politik bombardıman altına aldı. Mülayim bir dille ıslahı, itaati, tamahı, şükrü telkin ettiler, örtük bir zor anlatısı iması da vardı, bunlara rıza gösterilemez ise hayatlarının kötürüm hale gelebileceğini hissetti.

Bununla beraber, 15 Temmuz süreci akabinde rejimin uygulamaya soktuğu OHAL yasalarının bir nedeni de AKP’nin ve egemenlerin kendi iktidarlarını zoraki sürdürmenin yanı sıra, emeğin artık önceki dönem inşa edilmiş bu rıza cenderesiyle tam boyunduruk altında tutulamayacağının görülmüş olmasıdır. OHAL’de başlayan işçi düşmanı uygulamalar pandemi fırsata çevrilerek neredeyse kesintisiz bir biçimde sürdürüldü. Fiili olarak işçilerin örgütlenme, grev, direniş haklarını yasaklama, engelleme, hukuka başvuruyla sınırlama adeta norm haline dönüştürüldü. İşten işçi çıkarmak yasak propagandası öne çıkartılırken açık kapı olarak bırakılan İş Kanunu’n 25/2 maddesinden on binlerce işçi “ahlaksız” ilan edilerek “Ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davranış”tan işten atıldı bu süreçte. Gerçekte ise bu işçiler sendikalara üye oldukları, sendikal faaliyet yürüttükleri, patronların kuralsızlığına itiraz ettikleri için atıldılar. Atılmayan yaklaşık 3 milyon işçi kölelik ücretiyle geçinmeye mahkûm edildi.

İşte bu koşullar altında geçtiğimiz 3 yıl boyunca işçiler yönlerini daha çok Ankara’ya çevirip yürüme kararları aldılar, kararlılık gösterdiler ve devletin şiddetiyle tanıştılar, tanışmaya devam ediyorlar. 2019 Ekim’inde, tazminatlarını alamayan 3500 madenciyi temsilen Ankara’ya doğru yola çıkan 50 madencinin önü 20 km sonra büyük bir kolluk gücüyle kesildi. Ülke kamuoyunun yakından takip ettiği 33 günlük yürüme ısrarı sonrasında madenciler kazanımla geri döndü. Aynı tarihlerde Birleşik Metal-İş’e üye işçiler Eskişehir’den Ankara’ya doğru yola çıkınca şiddet uygulanarak gözaltına alındılar ama ısrarcı oldular, müzakere düzeyi oluşturdular, bir süre sonra hakları için çözüm üretildi. 2020 Kasım’ında Soma ve Ermenek’ten iki ayrı madenci grubu yönünü Ankara’ya çevirdi. Pandemi gerekçesiyle konulan yasaklamaları tanımayarak sürdürdükleri yürüyüş ısrarı polis, jandarma şiddeti, gözaltı, soruşturmalarla karşılandı, direniş çok büyük bir yankı uyandırdı. Soma kolunun talebi doğrudan İçişleri Bakanı’nın çözüm sözüyle bir somutluk kazandı, Ermenek kolunun taleplerinin önemli bir kısmı karşılanırken kalan kısmı için işçiler baskılar altında direniş ısrarını kesintisiz sürdürüyor. Hakeza sendikalaşma hakkını kullandıkları için atılan, ücretsiz izinle cezalandırılan PTT-Sen üye ve yöneticileri, bir de Cargill işçileri doğrudan Ankara’ya gittiler, polis şiddeti ve gözaltıyla karşılaştılar. Yine Gebze’de Birleşik Metal-İş’te örgütlendiği için Kod-29 ve ücretsiz izinle cezalandırılan işçiler Ankara’ya yürüme kararı alınca Gebze’de 150 işçi polis şiddetiyle gözaltına alındı, ancak belli bir grubun Bakanlık’la görüşmesi için izin verildi. Yine Çorum’da Birleşik Metal-İş’e üye oldukları için Kod-29’dan atılan 90 işçi Ankara’ya yürüdü, baskılarla karşılaştı, pazarlıklarla otobüslerle Ankara’ya ulaştılar.

Bugünün işçi hareketinin yarının siyasal gelişmelerini belirleme potansiyellerini biriktirdiğini kesinlik içinde söyleyebiliriz. İşçiler sendikalarını da ülkeyi de yönetebilir fikrinden bu yönetme iradesinin sergilendiği bir gerçekliğe geçiş evresindeyiz. Ankara ısrarı işçiler arasında artarak devam edecektir. Çünkü yeni rejim bir kuralsızlık rejimi olmasının yanısıra, bakanlıklardan yerel idarelere varıncaya kadar yasaları uygulamak ve denetlemekten sorumlu bürokrasinin hatta iktidar vekillerinin fiilen yetkisizleştiği, tek yetkilinin 12. Cumhurbaşkanı ve onun yanındaki üç beş insandan ibaret olduğu bilgisini emekçiler bizzat deneyimliyor. Patronların korunup kollandığını görüyorlar. Kazandıkları davaların işe yaramadığını, yasada işçi ve emekçiler lehine olan haklara patronlarca ya da bizzat işveren konumda olan devlet kurumlarınca uyulmadığını görüyorlar. Tüm bunların esas nedeninin ve yegâne yetki sahibi muhatabın Ankara olduğunu, onun karşısına dikilmenin gerçek çare olduğunu görüyorlar. Bütün başvuru yolları ve yerel muhatap zeminlerinin işlevsizleştiğini gördükten sonra devletin merkezine doğru yürümek son çare olarak doğal biçimde gündeme geliyor.

Bu davranış ekonomik, demokratik taleplerle yola çıkan bu direnişlerin hızlıca politik bir muhtevaya bürünmesine neden olabiliyor. Biz Komiteciler direnişlerin tüm evrelerinin belirli bir politik muhteva ihtiva ettiğini bilir ve bunu önemseriz. Ancak Ankara’ya yürüme eylemlerini hem muhatabın karşına dikilmek hem de yol boyunca işçilerle aynı sömürü ve mağduriyetler içinde yaşayan toplum kesimlerine, diğer toplumsal katmanlara işçilerin yakıcı gündemlerini taşımanın bir manivelası olarak görüyor, bunu önemsiyor ve öneriyoruz.

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Mart 2021 tarihli 24. sayısında yayınlanmıştır.