Kadının Sanatta Temsili

sanatta kadının temsili

Kadın olmanın ve kadınlık kavramlarının siyasal iktidarların sahip olduğu tüm ideolojik aygıtlar kullanılarak şekillendirilmeye çalışılması oldukça eski bir olgu. Öyle ki, iktidarı elinde tutan erkekler ve ataerki ile yoğrulmuş zihinler, kadın ve erkek arasındaki sözde farklılıkları hakim ideolojinin çıkarları doğrultusunda şekillendirip “en işlevsel” kadın temsilini meşru kılmak adına hiçbir çekince göstermeden elde olan tüm silahları kuşanıyor. Buna karşın kadınlar, tarih boyunca akla gelen her alanda, gündelik ilişkilerden politikaya, politikadan sanata, sanattan felsefeye, kendi varoluşlarını şekillendirmek ve onlara tanımlanan temsilleri yıkıp kendi temsillerini oluşturmak adına sonu gelmez bir mücadele içerisinde örgütleniyorlar.

Bu yazıda tarihin her anına mizansen olan, hakim ideolojinin bizi ikna etmeye çalıştığı kadın temsilinin sanat aracılığıyla nasıl karşımıza çıktığına ve kadınların kendi temsillerinin inşasında sanatı nasıl kullandığına odaklanacağız. 

Kadının sanatta tasviri binlerce yıl öncesine dayanır. Tıpkı erkek aklın binlerce yıldır kadını belli bir varoluşa hapsetme çabası gibi. Örneğin dünya mitolojilerinde en popüler olan tanrıça figürlerinden biri Afrodit’tir. Afrodit’in mitlerde anlatılışından heykellerde biçimlenişine değin tüm tasvirleri diğer mitlerde çoğunlukla tanrılarda görmeye aşina olduğumuz gibi tanrıçanın yetenekleri, kahramanlık hikayeleri ya da fedakarlıklarından değil fiziki güzelliğinden, tanrıları ve erkekleri baştan çıkartma hikayelerinden oluşur. Zeus yıkıcı öfkesi ve tanrıların tanrısı olmasına yol açan liderlik kabiliyetiyle, Poseidon denizlere hakimiyeti ve savaş galibiyetleriyle, Apollon şiir yazmadaki başarısı ve şifacılıktaki mucizeleriyle karşımıza çıkarken Afrodit’i temsil eden yegane özelliği güzelliği ve şehvetidir. Yine mitolojik başka bir kadın karakter olan Lilith’se anlatılanın ve tasvip edilenin ötesinde bir figür olarak karşımıza çıkar. İstenenin aksine Lilith erkeğe boyun eğen ve onun iktidarını kabullenen bir kadın değildir. Ancak bunun bedelini cennetten kovularak öder. Yani ezelden beri kadına iki seçenek sunulur; itaat et ya da cezanı çek. Elbette Lilith bu iki seçeneği de kabul etmeyip üçüncü bir yolun varlığını ortaya koyuşuyla her ne kadar anlatılan hikayelerde şeytanlaştırılmış olsa, “kötü, onursuz ve şirret” bir kadın olarak ele alınsa da Lilith’in hikayesi bizi kadınların hayatta ve sanattaki uzun mücadelesi hakkında düşünmeye iter.

Sanatın yine tarihi çok önceye dayanan iki başka dalına, heykel ve resime baktığımız zaman durum çok değişmez. Heykelde ve resimde kadın bir figür olmaktan öteye geçemez. Bu anlamda asla sanatın öznesi değil ama figürü olarak varlığını sürdürür. Tablolarda kadınların çıplak resmedilmesine, heykellerde yine çıplak kadınları izlemeye aşinayızdır. Tüm bu eserlerde özne erkektir, ya eserlerin içinde kadını izler haliyle ya da karşında durarak izler haliyle. Bu eserlerin büyük çoğunluğunda resmedilen kadınlar da kendilerinin birer seyirlik malzeme olduğunun bilincinde ve bu durumu onaylayan bir pozisyonda yer alır. Memling’in “Kendine Hayranlık” isimli çalışmasına baktığımız zaman büyük bir özenle resmedilen çıplak kadın elinde bir ayna tutarak bu aynadan kendisine bakmaktadır ve izlendiğinin pek tabii farkındadır. Hatta farkında olmakla kalmaz, bu durumu onaylar da. Tablodaki kadın tasviri, kendisini toplumun dayattığı güzellik algılarına uygunluk derecesi üzerinden şekillendirir ve buraya mahkum eder.

Daha güncel bir alana, sinemaya odaklandığımız zaman Memling’in tablosundan, Afrodit’ten ve Lilith’ten sonra aradan geçen bunca yıla rağmen değişen pek az şey olduğunu görürüz. Sinemada hatta daha geniş biçimiyle medyada kadın, erotizm yansıtan bir nesne olmaktan öteye geçemez. Her ne kadar günümüzde kadın mücadelesinin yok sayılamayacak bir noktaya ulaşmasının ardından film ve dizilerde ele alınan kadın karakterler kısmen bugünün “hassasiyetlerine” göre şekillendirilse de, ortaya çıkan durumun kadın hareketinin yarattığı baskıya boyun eğiyormuş gibi olmaktan öteye geçemediği açıktır. Kadın yine bir şehvet nesnesidir ama aynı zamanda akıllı olabilir, asi olabilir, cesur olabilir. Yine de hikayenin bir yerine akıllıca iliştirilmiş öğretici veya kurtarıcı erkek figürlerden kurtulamaz ve temelinde yine kadın erkek karakter üzerinden yorumlanır. Budd Boetticher kadının sinemadaki yansıtılış biçimi için kadının kendi başına bir önemi olmadığını söyler, önemli olan kadının neyi temsil ettiğidir, yani erkek kahramanda hangi duyguyu uyandırdığıdır.*

Peki tarih boyunca sanatın her dalında kadınlar erotizmin bir nesnesi olmaktan öteye geçemezken hatta sanat tarihi açısından oldukça önemli kitaplardan biri olan Gombrich’in ‘Sanatın Öyküsü’ adlı kitabında tek bir kadın sanatçıya yer verilmezken feminist sanatçılar ne yaptı? Tam da bu durumu eleştiren çalışmalar yapan Guerilla Girls, 1989’da “Kadınların Metropolitan Müzesi’ne Girebilmek İçin Çıplak mı Olmaları Gerekir” isimli poster çalışmasıyla, sanatın regl kanını, cinsel boşalma sıvılarını kadın bedeni için “abject” kabul etmesine karşın Tracy Emin, regl kanını, pedlerini ve tamponlarını galeride sergilediği “My Bed” isimli çalışmasıyla, kadını kullanan neredeyse tüm sanat eserleri de empoze edilen güzel ve kusursuz kadın modellemesine karşın, Gerome’nin Psyche’sinin gözlerini, Boucher’in Europa’sının dudaklarını, Diana’nın burnunu, Boticelli’nin Venüs’ünün çenesini ve Da Vinci’nin Mona Lisa’sının alnını bir dizi estetik ameliyat ile kendi vücuduna yaptırarak bedenini bir gösteren haline getiren Orlan, tekrarlayan bir video görüntüsüne sadece süt damlayan ve çeşme etkisi yaratan memeleri yerleştirerek kadın bedenini sadece bir arzu nesnesi ya da fedakar anne temsili olmaktan çıkarmayı hedefleyen “Çeşme” adlı çalışmasıyla Canan Şenol ve daha niceleri tam da Linda Nochlin’in dediği gibi feminist sanatı adeta huzur kaçırmak, sorun yaratmak ve soru işareti oluşturmak için kullanan feminist sanatçılar, hakim ideolojinin ve bu ideolojinin tüm somut görünümlerinin yaratmaya çalıştığı makul ve makbul kadın temsilinin karşısında  dimdik ve zekice bir duruş sergiliyorlar. Var oldukları her alanda ‘biz buradayız’ demeyi ihmal etmeyen ve işlevsel kabul edilen temsillerin karşısında bağımsızlıklarıyla varolan kadınlar, yüzyıllardır biriktirdikleri öfkeleri ve cesaretleriyle Louvre’dan Meksika Adliyesi’ne direnişin ateşini harlamaya geliyorlar.

* Sinemada  Kadın  Temsilleri (1975), Mulvey, s. 286.


*Bu yazı Komite Dergisi’nin Mart 2021 tarihli 24. sayısında yayınlanmıştır.