Derinleşen çelişkiler merkezi bocalamaya sevk ediyor

Türkiye ekonomisinin faiz ikilemi derinleştikçe işler sarpa sarıyor ve bu durum siyasi iktidarı da “hata”ya zorluyor. TCMB başkanının bir kez daha görevden alınmasına “rasyonel” bir açıklama getirmeye çalışmak da bu noktada manasını yitiriyor.

Ağustos 2020’de örtülü bir şekilde başlayan faiz artırım süreci, Kasım ayında TCMB Başkanı ve Hazine ve Maliye Bakanının değiştirilmesiyle (ve yabancı sermayeye göz kırpan “reform” söylemleriyle) pekiştirilmişti. Bununla birlikte, yüksek faiz ortamı döviz kurlarının dizginlenmesine yarasa da sanayici ve inşaatçıları sekteye uğratıyordu. Tüketici kredileri de bundan nasibini alıyordu. Bu olumsuzluklara itirazları dillendirenlerden biri de geceyarısı kararnamesiyle TCMB başkanlığına atanan Şahap Kavcıoğlu’ydu. Kavcıoğlu aynı zamanda “faiz artışlarının enflasyon artışına yola açacağını” savunuyordu (ne kadar da tanıdık!).

Meseleyi merkez bankası bağımsızlığı kavramı üzerinden tartışacak halimiz yok. Zira bu kavram doğrudan finans kapitalin 1970’ler ve 80’lerden itibaren bütün dünyaya dayattığı bir uygulamanın parçası. Buna göre merkez bankaları siyasi iktidarlardan “bağımsız” ama uluslararası finans sermayesine “bağımlı” olacaktı. Öte yandan, finans kapitalin uzantısı olan AKP iktidarının bu kavrama aykırı iş yaptığını düşünmek de abesle iştigaldir.

Düzen yanlıları için “eskiye özlemin” de anlamı yok: Zaman zaman Babacan’da cisimleşen, eskiye yönelik yüksek faiz-düşük kur politikasıyla fiyat istikrarını sağlama hedefinin nesnel gerçekliği yok artık (en azından bir müddet daha). O dönemde görece yüksek faiz uygulanmasına rağmen küresel likidite bolluğu nedeniyle ucuz ve bol kredi sağlanabiliyordu. Aynı koşullar döviz artışına yol açmadan faizin biraz düşürülmesine de olanak tanıyordu. Ancak, günümüz koşullarında keskin faiz artışları olmadan dövizi tutmak mümkün olmuyor. Faizin bu kadar artması da inşaat başta olmak üzere (AKP’nin tabanını da oluşturan) sanayi gruplarının zararına işliyor.

Yakın zamanda, faizi artırmadan dövizi tutmak için merkez bankası rezervleri kullanıldı ve swaplar nedeniyle eksi rezerve geçildi. Bu açıdan da hareket alanı kalmadı yani. Bu süreçte ABD tahvil faizlerinin de yükselmesi işin tuzu biberi oldu ve bu da faiz indirimi için pek alan bırakmıyor. Zaten yeni başkan da göreve geldikten sonra eski yazdıklarını yutup “şimdilik faiz düşürülmeyecek” demeye başladı.

Peki, ekonomideki bu açmazın yarattığı bocalama sonucunda, uluslararası sermayenin hassas olduğu merkez bankalarına yapılan müdahaleler sermayeyi ne kadar ürkütür? Romantik solcuların ve liberallerin “düşlerinin” aksine, sermaye otoriter yönetimlere karşı değildir hatta aksi yönde zorlayıcı unsurlar yoksa otoriterliği tercih eder, hele bir de bu otoriter düzenin meşruiyeti varsa, rıza mekanizmaları aksamadan işliyorsa onun için tadından yenmez. Yani sermaye insan hakları ihlal edilince, işçilerin hakları tırpanlanınca (e yani doğal olarak bir zahmet! – aksini hayal edebiliyor musunuz zaten!) ürkmez ama merkez bankasının ayarlarıyla oynanınca, bunu da bir belirsizlik yaratarak yapınca ürkebilir. Siyasi iktidarın bu hamlesiyle bütün ipler atılır demek istemiyoruz tabii ama bu sefer finans kapitale karşı daha çok taviz vermek durumunda kalır iktidar (tabii, her zaman olduğu gibi bunun külfetini de emekçilere yıkmaya çalışarak). Merkez bankası bağımsızlığı (en azından mevcut paradigma değişene kadar) finans kapital için hassas bir unsurdur. Bunu tanımayıp uluslararası sermayeye meydan okumak ise ne AKP’nin işidir ne de düzenin diğer alternatif partilerinin; hiçbir zaman da olmayacaktır.

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Mayıs 2021 tarihli 25. sayısında yayınlanmıştır.