Çevre mücadelesi yarına ertelenemez!

Türkiye’de özellikle AKP iktidarı sonrasında daha çok belirginleşen doğanın metalaşması ve talana açılması, neoliberal ekonomi politikalarının bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Çokça dillendirilen bu sorun, pandeminin ve birçok çevre sorununun nedenleri konusunda bir tartışma zemini açması bakımından kritik.

Memleketin dört bir yanında kurulan organize sanayi bölgesi ve bu üretim sahalarındaki atıkların denize, havaya, toprağa salınması konusunda hiçbir denetimin yapılmaması müsilaj gibi somut olarak görünen çok sayıda olumsuz sonuca yol açıyor. Rize İkizdere’nin Cengiz İnşaat’ın talanına açılmasına karşı halkın hâlâ sürdürdüğü direniş, meydana gelen bu olumsuz sonuçları engellemek için verilen örnek bir mücadele pratiğidir.

Gezi’den Kazdağları’na, İkizdere’den Kanal İstanbul’a, Van Gürpınar’dan daha birçok yere yayılan direnişler çevre mücadelesini büyütüyor. Memleketin dört bir yanında son yıllarda çok sayıda çevre direnişi gerçekleştirildi. Gerek doğa talanına açılacak yerden elde edilecek kâra gerekse oradaki direnişin gücüne ve yerine bağlı olarak siyasi iktidarın direnenlere dönük saldırıları da değişkenlik gösteriyor. Kimi yerlerde bölgedeki yaşayanlara iş olanağının yaratılması vaatlerinin yanı sıra tehditlerle, kimi yerlerde de Van Gürpınar örneğinde olduğu gibi ateş açılarak direnişler engellenmeye çalışılıyor. Devrimci, sol, sosyalist örgütler ise genellikle propaganda güçlerini artırmak yönünde bu direnişlerle bir ilişki kuruyor.

Birçok siyasal tespit ve değerlendirmede Gezi İsyanı’na -bundan ibaret olmasa da- bir çevre mücadelesi olması açısından umut atfeden yapıların bu çevre mücadeleleri konusunda hazırlıklı, kararlı bir çalışması yok. Hâlihazırda memleketin dört bir yanında mahallerinden polis, jandarma zoruyla kepçelerle evleri yıkılarak çıkarılan yoksullarla omuz omuza birliktelik sürdürmeye dönük bir arayış olmadığı için “kentsel dönüşüm” gibi yoksullar lehine tek bir çözüm üretmeyecek bir uygulama bile çeşitli süslemelerle düzen muhalefeti tarafından halkımıza hiçbir çekince duyulmadan pazarlanabiliyor. Her deprem gündeminde deprem vergileri konusu gündeme geldiğinde deprem vergilerinin yoksulları yerinden edeceği, yoksullara büyük bir zarar getireceği ve müteahhitlerin servetini büyüteceği açık olan kentsel dönüşüm uygulamalarına aktarılması gerektiği salık veriliyor.

Elbette üçüncü bir yol, üçüncü bir çözüm yoksul mahallelerde, evlerde, kahvelerde, sokaklarda halkla, halkın mimarlarıyla, mühendisleriyle birlikte eyleyerek ortaya konabilecektir. Zira doğayı zehre, halkı kansere mahkûm eden kapitalist sömürüye ve talana karşı tek çözüm olarak soyut bir mücadele söylemi askıda kalmaktadır. Çünkü pilleri, plastikleri, kâğıtları vesaire ayırmak; güneş enerjisi üreten paneller kullanmak vb gibi farklı yaşlardan, farklı sınıflardan “kişilerin” uygulayabileceği mücadele yöntemleri özellikle “iklim krizi” başlığı altında bireylere bir mücadele yöntemi olarak öneriliyor. Düzen bunu “sürdürülebilirlik” adı altında üniversitesinden meslek odalarına, sendikalarına kadar eğitiminde, panelinde aşılamaya çalışarak çevrenin tahribatında herkesin günahkâr olduğu yalanını anlatıyor. Oysa yeryüzündeki çevre sorunlarının tamamına yakınının müsebbibi belli sayıdaki şirketlerdir. Kâr ve sermaye odaklı bir üretim tarzını insan odaklıymışçasına eleştirip bireysel önlemler aşılamak kapitalistlerin sorumluluğunu tüm insanlara yüklemek, gerçekliğin ve hedefin çarpıtılmasından ibarettir. Bu bizim bireysel olarak çevreyi korumamızın anlamsız olduğunu değil bu sorunun ortadan kalmasının temelde kapitalist üretim tarzının ortadan kalkmasıyla koşullu olduğunu gösterir.

Devrimciler, ‘herkes’ diye bir nitelemenin sınıf mücadelesini perdelediğini bilir. Ancak bu, yaşadığımız bu barbarca saldırılar konusunda çözüm üretemeyişimizin bir mazereti olarak kullanılamaz. O halde denizlerdeki kirliliğin, ormanların yok edilmesinin ve bunun sonuçlarının, özellikle organize sanayi bölgeleri civarındaki yoksul mahallelerdeki hava, su kirliliğine bağlı hastalıkların artışının Koç’un, Sabancı’nın, Cengiz’in cebine giren parayla doğrudan ilişkili olduğunu dışarıdan bir seslenmeyle değil, mücadelenin tam ortasında ve hatta mücadelelerin hazırlık sürecinde örgütlememiz gerektiğini bize gösteriyor. İşte o zaman üniversitedeki öğrenciyle köyündeki taş ocağına karşı direnen köylünün mücadelesini ortaklaştırmanın bir yolu bulunabilecektir. İşte o zaman aranan, dile getirilen birleşik mücadele zeminini yaratma konusunda somut bir adım atılabilecektir.

Mimarları, mühendisleri, şehir plancılarını, üniversite öğrencilerini bu alanda çalışmak isteyen her bir dostumuzu bu konuda bizimle birlikte, bu alanda çalışmalar yaptığımız Kent Enstitüleri’nde sorumluluk almaya çağırıyoruz. Çünkü saydığımız sorunların hiçbiri ne bir belediyecilik sorunudur ne de belediyelere ve siyasal iktidara seslenerek ve kenara çekilerek izlenecek kadar değersizdir. Çevre mücadelesinin bir eklenti, ilgilenilmesi gereken bir alan, sempati duyulacak bir mecra olarak değil, bütünlüklü yürütülen sınıf mücadelesinin gereği olarak büyütülmesi gerektiğini düşünüyoruz.

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Temmuz 2021 tarihli 26. sayısında yayınlanmıştır.