Rejime isim ararken gerçeklikten olmak!

Bir toplumun siyasal iktidar biçimi olarak rejimini tayin ederken birçok etkenin bir arada düşünülmesi gerekir. Böylesi bir çabada temel dayanağımız; içinde bulunulan tarihsel koşullar, üretim ilişkileri, hâkim ideolojik eğilimler ve sınıf ilişkilerinin nesnel durumudur. Var olan siyasal yönetim tarzına ve uygulanan politikalara dönük bir süredir yapılan değerlendirmelerde sol-sosyalist çevrelerce de ifade edilen faşizm vurgusu söylemin ötesinde göndermeler içeriyor. Kuşkusuz bazen olay ya da durumları nitelerken vurguyu güçlendirmek için kimi sıfatları anlamıyla kısmen örtüşecek şekilde de kullanabiliyoruz ama bunu yaparken gerçeği çarpıtma ya da gerçek ilişkileri olduğundan farklı gösterme söz konusu olduğunda hem argümanlarımız hem olguyu ele alış tarzımız hem de söylemimiz nesnelliğini yitirmiş oluyor. 

Son dönemde Türkiye’deki rejimin ne olduğuna dönük tartışmalarda faşizm vurgusunun nesnelliği tartışmaya açıktır. Kuşkusuz tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de toplumsal üretim tarzının ve sınıf ilişkilerinin farklılaşmasına bağlı olarak devlet, yargı, ideolojik yapılar, kültürel yapılar vs. de dönüşüm geçiriyor. “Modern endüstri hangi hızla gelişip, genişleyip, sermaye ve emeğin sınıf antagonizmasını şiddetlendirdiyse, devlet gücü de o hızla gelişerek sermayenin emek üzerindeki milli gücü, toplumsal esaret için örgütlenmiş bir kamu gücü ve sınıf despotizminin bir aracı halini aldı. Sınıf mücadelesinde ilerici bir evreyi gösteren her devrimden sonra Devlet gücünün saf baskıcı niteliği giderek daha da kesin çizgilerle belirmektedir” (Marx). Bu nedenle toplumdaki siyasal yönetim biçimini tayin ederken sadece yürütme erkini elinde tutan parti (lerin) davranış tarzına bakmak yanıltıcı olacaktır, zira burada devlet ile yürütme erki arasındaki benzerlik ve farklılıklar ve ikisini birbirine bağımlı kılan güç ilişkileri rejimi tayin ederken göz ardı edilemezdir. Bununla birlikte yürütme erki ile birlikte genelde devletin yapısı ve sınıf ilişkileri açısından işlevi, gelinen ulusal ve uluslararası koşullardaki varoluş tarzı nesnel olarak bilinmediği sürece rejimi tayin etmek de mümkün olmayacaktır. Şu durumda hâlâ Türkiye’deki rejime faşizm diyebilir miyiz?

Türkiye’de ve dünyada sömürü ilişkilerinin yoğunlaşmasına koşut olarak farklı boyutlarıyla otoriterleşmenin arttığı kuşkusuz. Zira “ekonomi-dışı zor, açıkça, ekonomik zorun devamı için gereklidir” (E. M. Wood). Öyleyse bu otoriterleşmenin boyutları ve hangi ilişkileri nasıl dönüştürdüğü ortaya konmadığı sürece sadece bu otoriterleşmeye isim bulma çabası sofistçedir. Kaldı ki faşizmin ortaya çıktığı tarihsel sürece baktığımızda Türkiye’deki rejimi faşizm addetmek mümkün değildir. Bu saptama siyasal iktidarın yönetme tarzında ve toplumun bazı kesimlerinde faşizan unsurlar olmadığı anlamına gelmez. Ne var ki rejimi faşizm olarak niteleyebilmemiz için faşizmi meydana getiren tarihsel etkenlerin hâlihazırdaki toplumsal gerçeklikle uyuşması gerekir. Elbette bire bir uyuşmadan bahsetmiyoruz. Zira olgular da tarihsel gerçeklik içinde dönüşür. Post-faşizm ya da neo-faşizm gibi akımlar bu dönüşümün tezahürleridir. Ama bu akımlar da klasik faşizmle belli örtüşmeleri içerecek şekilde gelişmiştir.

Faşizm deyince aklımıza ilk gelen olgu, faşist bir partinin devletle güçlü bir terkibi ya da ikisinin sıkı sıkıya ilişkili olduğu ve parti liderinin hem partinin hem de devletin temsilcisi olduğu bir yönetim biçimidir. Yine de bu terkip devletin homojen bir yapıya sahip olduğu anlamına gelmez. Devletin karmaşık ve katmanlı bir yapı olduğuna tanık oluruz. Bu nedenle de toplumsal üretim tarzının tarihsel dönüşümüne göre ele almamız gereken devlet, durağan bir yapı gibi değil çok boyutlu ve ilişkisel bir yapı olarak görülmelidir: “Tüm toplumsal yapının en iç sırrını, örtülü temelini ve dolayısıyla aynı zamanda egemenlik-bağımlılık ilişkisinin siyasal biçimini, kısacası, her bir durumdaki özgül devlet biçimini bulduğumuz yer, her zaman, üretimin koşullarının sahipleri ile dolaysız üreticiler arasındaki dolaysız ilişkidir (bu da, her bir biçimi, her zaman, doğası gereği, emeğin kullanılma tarzının belirli bir gelişmişlik düzeyine ve dolayısıyla onun toplumsal üretici gücüne karşılık gelen bir ilişkidir). Bu, aynı iktisadi temelin (temel koşullar açısından aynı olan iktisadi temelin), sayısız farklı ampirik durum, doğa koşulları, ırk ilişkileri, dışsal tarihsel etkiler vb. nedeniyle, görüntüde, sadece söz konusu verili ampirik durumların çözümlenmesi yoluyla kavranabilecek olan sayısız farklılaşma ve derecelenme sergilemeyeceği anlamına gelmez” (Marx). Öyleyse sadece tek bir değişkene vurgu yapmak ya da otoriterleşmenin yoğunlaşmasını bir tür kolaycılık olarak faşizme bağlamak, devleti ve devletin hareket tarzını belirleyen toplumsal üretim koşullarının ve sınıf ilişkilerinin dönüştüğü tarihsel momenti göz ardı etmek anlamına gelir. Devletin, yürütme erkinin, sınıf ilişkilerinin ve bunların temsil ettiği güç ilişkilerinin yerel ve bölgesel ilişkiler açısından geçirdiği dönüşümü anlamaksızın, sadece geçmişe göre daha otoriterleşen bir yönetim biçimi olduğu argümanıyla rejimi faşizm olarak değerlendirmek kaba bir ampirist bakıştan ibaret olacaktır.

İşçileşmenin toplumsallaşması ve sömürünün yoğunlaşması şiddetin toplumsallaşmasını da beraberinde getiriyor. Kentleşme ve işçileşme, emeğin yönetilebilirliği açısından otoriter aygıtların güçlendirilmesine ya da hâlihazırdaki aygıtların, otoriterleşmenin hizmetine koşulmasına neden oluyor. Aslına bakılırsa temel çelişkinin sermaye-emek çelişkisi yani sınıf mücadelesi olduğu ve tarihe yön verenin de temelde bu olgu olduğu konusunda değişen bir şey yok. Olağandır ki bu çelişki rejime, kurumlara, ideolojilere yeni içerikler ve formlar veriyor. Devletin hareket tarzını öyle ya da böyle esasen bu çelişki belirliyor. Bunun tüm dünyada -kimisinde daha liberal kimisinde daha otoriter, kimisinde parlamenter yönetim biçimiyle ve demokrasi ağırlıklı yollarla kimisinde ise başkanlık ya da yarı başkanlık yoluyla ve daha baskıcı olmak üzere- farklı görünümleri ile ortaya çıkması, her ülkede kapitalist üretim tarzının farklı biçimlerde ve farklı gelişim süreçleri içinde ortaya çıkmasıyla örtüşüyor. Türkiye’deki rejim tartışmalarını da ancak ve ancak bu temelde değerlendirebiliyoruz. “Kavranması gereken temel mesele şudur: 15 Temmuz’da açığa çıkan Türkiye’deki sermaye devletinin sorunu, Cumhuriyet’in tarihsel serüveninin onu getirdiği yer, bir demokrasi ya da diktatörlük, bir faşizm ya da özgürlük sorunu değildir. Sermaye devleti için rıza üretebilecek bir siyasal rejimin inşası sorunudur ve bu sorun kapitalist üretim biçiminin küresel çevrimsel krizlerinin biriyle çakışmıştır.” (Komite Dergisi, 2019).

İdeoloji olarak faşizm ve onun yönetsel işlevi, sivil faşizm Türkiye tarihinde eskiden beri belirleyici faktörlerden biri ama buna dayanarak bir yönetim biçimini faşist olarak nitelendirmenin mümkün olmadığını tarihsel gerçeklikten yola çıkarak söylüyoruz. Bu açıdan Türkiye’deki rejimin bir bakıma süreklilik ihtiva ettiğini söyleyebiliriz (Komite Dergisi, 2019). Ama nasıl ki Türkiye’deki feodal unsurların Avrupa ülkelerine göre daha etkin olması Türkiye’yi feodal bir toplum olarak tanımlamamıza neden olmayacaksa otoriterleşmenin artması da Türkiye’deki rejimin faşizm olarak nitelendirilmesine neden teşkil edemez. Bunun için çok farklı etkenlerin bir arada olmasından bahsedebileceğimiz nesnel saikler gerekir, yani faşizmi belirleyen temel etkenler: Faşist bir parti ve lider ile devletin önemli ölçüde iç içe geçtiği, bir ideoloji olarak faşizmin kitlesel bir güce dayandığı, hukukun hükmünü yitirdiği; şiddete dayanan ve düşman addedilen her topluluğun, ırkın, sınıfın, muhalifin, ideolojinin yok edilmesi yönünde açık eylemler içinde olunduğu bir rejim olarak faşizm. Tekrarlayalım, ne Türkiye’de bu tarz unsurların olmadığını söylüyoruz ne de bir rejime faşizm demek için tüm bu unsurları bir arada içermesi gerektiğini. Ne var ki bu sıfatı atfetmemize kaynaklık edecek nesnel saiklerimizin de önemli ölçüde bu etkenler olduğunu göz ardı edemeyiz. Popülist, faşist ya da başka unsurlar içermesi rejimin temelde neo-liberal ve sermaye devleti olduğu gerçeğini değiştirmez. Faşizmi ya da başka bir rejimi kaba biçimde şemalaştıramayacağımızı bilmekle birlikte bir rejimi belirleyen kimi temel etkenler, temel hatlar olduğunu göz önüne almalıyız.

Rejimi çarpıtmanın ya da meseleyi rejime bir isim koymak olarak belirlemenin esas tehlikesi ise böylesi bir hatalı yönelimin ne ile ve hangi yolla mücadele edeceğimiz yönündeki gerçeği de çarpıtması ya da perdelemesidir. Mücadele edilecek gücü sermaye ve onun devleti olarak değil de faşizm olarak belirlediğinizde bu gücün karşısında yer alacak gücün temel uzlaşı noktası da anti-faşizm olacaktır ve bu muhtemeldir ki tüm muhalif cepheyi bu yönde ittifak yapmaya çağıran ve temel meseleyi böylesi bir uzlaşıdan ibaret gören bir çağrı olacaktır. Anti-faşizm geçmişte de şimdi de anlamlıdır, ne var ki esas anlamlı olan anti-faşizmi de içerecek olan devrimci mücadeledir. Şayet devrimci bir çizgide birleşilecekse bu olsa olsa emekçilerin devrimci mücadelesidir. “Bir tarihsel üretim biçiminin çelişkilerinin gelişimi, bunların çözülmesinin ve yeniden biçimlenmesinin tek tarihsel yoludur.” (Marx) ve rejim tartışması da nesnel olarak bu bağlam üzerinden yürütülebilir. İşçi sınıfının devrimci hareketi temelde emek-sermaye çelişkisine dayanmakla birlikte bu hareketin faşizme, şovenizme, cinsiyetçiliğe ve daha birçok ideolojiye karşı sahip olduğu ideolojik-politik çok boyutluluğa dayandığını biliyoruz. Bu çok boyutluluk göz ardı edildiği ve mesele rejime bir isim takmaktan ibaret görüldüğü ölçüde otoriterleşmeyi devrimci bir yolla aşma yönünde somut bir öneri geliştirmek de olası olmayacaktır. 

Sonuç olarak, neo-liberal döneme ve uygulamalara koşut olarak -ve her ülkenin kendine özgü koşullarına göre- dönüşen siyasal iktidar, sermaye devletinin neo-liberal görünümüdür ve ona farklı isim verince onun işlevi ve temsil ettiği ilişkilerin muhtevası değişmiş olmaz. Zira devletin işlevi iki yönlüdür: Sermayenin yararına uygun politik, ekonomik, hukuki vs. uygulamalar geliştirmek ve bu uygulamalara karşı emekçilerin örgütlenmesini ve direnişini engelleyecek mekanizmalar inşa etmek, var olan mekanizmaları ise bu yönde güçlendirmek. Devletler ya da rejimler tam da bu ihtiyacı karşılayacak şekilde dönüşüm geçirir. Nasıl ki kapitalist üretim tarzı -kimi zaman daha hızlı kimi zaman daha ağır- on yıllardır farklılık gösterecek şekilde dönüşüyorsa devletler ve yürütme erkleri de temelde toplumsal üretim tarzına bağlı olmakla birlikte başka birçok etkene bağlı olarak dönüşür. Öyleyse mesele, rejime yeni bir isim takmaktan ibaret değil; hâlihazırdaki dönüşümün tarihsel doğasını anlama, bu anlamaya bağlı olarak devletin döneme özgü hareket tarzını ve işlevini belirleme ve bu nesnel duruma göre sınıf mücadelesini geliştirme meselesidir.

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Temmuz 2021 tarihli 26. sayısında yayınlanmıştır.