Egemen Sınıf Atını Değiştirir Programını Değiştirmez

Türkiye’nin son derece ağır ve hiçbir aktörün doğrudan belirleyemediği bir süreç içinde seçime doğru kaydığını uzun zamandır tespit ediyoruz. Devletin kurumsal mimarisi 15 Temmuz öncesi biçimiyle kalsa şimdiye dek erken seçim kararı çoktan alınmış olurdu. Yürütme yetkisini egemenliğin tek meşru temsilcisi gibi gören, bugünkü ucube anayasasızlık halinde seçim kazanamayacağı hatta seçimi yakın bile bitiremeyeceği için sıradan seçim yolsuzlukları ve hileleri ile bile tersine çeviremeyeceği sonuçların ortaya çıkacağını gören iktidar, kendisine uygun bir zamanda seçim yapmak için birbiriyle tutarsız çeşitli hamleler yapmaktadır. Bununla birlikte, süresi uzadıkça iç tutarlılığı ve bütünlüğü bozulan, bozulması için Peker’i besleyenler dâhil başka aktörlerin hamleler de yaptığı ve Erdoğan’ın kişiliğine bağlı olduğu ölçüde onun sağlığı ile birlikte zayıflayan bu iktidar Türkiye’yi rehin alma durumunu sürdürebiliyor. Fakat unutmamak gerekir ki bu hali mümkün kılan aynı zamanda düzen içi siyasal muhalefet odaklarının bu halden memnun olması henüz iktidara gerçek anlamıyla talip olmamasıdır. Millet İttifakı’nda şekillenen bu muhalefet ancak bir kaplumbağa hızıyla iktidara yürümeyi planlamaktadır. Burada durumu üzücü olan onların bu tempo belirleme yetkisini “doğal” gören sosyalistlerdir, ama kendine üzülmeyene biz de üzülecek değiliz.

15 Temmuz sonrasının en hararetli günlerinde Soğuk Savaş’tan bu yana tamamen teslim olduğu Batı bloğuna mesafeleniyormuş havası atan, gerçekte küresel düzenin güncel güç dengesinin bölgesel aktörlere sağladığı manevra alanını geniş geniş kullanmaktan başka bir şey yapmayan iktidar, bugünlerde bu mesafeyi olabildiğince kapatmaya çalışıyor. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Biden “Biz yeni bir Soğuk Savaş başlatmak istemiyoruz, tekrar ediyorum bir Soğuk Savaş başlatmak istemiyoruz” dedi. Bir siyasal yönelim ancak bu kadar açıkça ifade edilir! Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı onu çerçevelemeye dayanan bir politikanın startı verilmiştir. Fakat bu İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasındaki Soğuk Savaş’tan farklı olarak kısa bir sürede kuvveden fiile çıkacakmış gibi gözükmüyor. Hatta bu arada İkinci Dünya Savaşı’na giderken yirmilerin ortasına hâkim olan “Lokarno Balayı” gibi uluslararası ilişkilerde barış ve uyum temelli sahte bir iyimserlik dönemi de yaşanabilir. Sonuç değişmez ve bu yeni gerginliğin dolayımında küresel düzeyde politik ve iktisadi ilişkiler yeniden şekillenecektir.

Bu bağlamda iktidarı ve muhalefetiyle tüm düzen güçleri sermaye birikim rejimi anlamında aynı programı sahiplenmektedir. Kısaca ve en çarpıcı biçimde sabık bakan damat tarafından Türkiye’yi Çin yapmak diye ifade edilen bu politika, Kılıçdaroğlu tarafından da Türkiye’yi lojistik merkezi yapmak diye ifade edilmiştir. Kısaca anlatılmak istenen Çin Halk Cumhuriyeti’nin güney ve güneydoğu bölgelerine yayılan küresel tedarik zincirlerinin başlangıç noktalarının siyaseten aynı kampta bulunulacak ülkelerde toplanmasıdır. Yukarıda altını çizdiğimiz inşa edilmekte olan Soğuk Savaş bunu gerektirmektedir. Türk sermayesi ucuz işgücü, sıfır işçi sağlığı ve güvenliği koruması ve düşük çevre standartları uygulamalarıyla bunları kendine çekmeyi planlamaktadır. Bu politika ne kadar ambalajlanırsa ambalajlansın, küresel işbölümündeki yeri düşünüldüğünde Türkiye’nin ancak düşük katma değerli sektörlerde bunu başarabileceği ortadadır ama kâr oranlarına yarayacağı için sermaye sınıfının ve egemenlerin bu umurunda olmaz. Halkımızın kanını, toprağını, doğasını küresel sermaye birikim rejiminin gerekleri doğrultusunda peşkeş çekmekten bir an bile geri durmazlar.

Egemenlerin sıkıntısı bu noktada emekçiler arasında rıza üretmektir. Bu sorun sadece Türkiye’ye özgü değil küresel olarak da varittir. Son G20 toplantılarında altı çizilen yeşil mutabakat rıza devşirme noktasında küresel olarak muhakkak kullanılacaktır. Ülkemizdeki aynı sorunun ise ideolojik olmanın ötesinde veçheleri de vardır. Erdoğan doksanların ortasından itibaren kişiliğiyle orta ve alt orta gelir grubu Sünni ve anadili Türkçe olan seçmenler arasında bir rol model olarak temayüz etmiş ve onların fantezi dünyasına hitap ederek düzen için rıza devşirebilmişti. Büyük Marmara Depremi, doksanların ekonomik krizleri ve genel çürümesi sonrasında büyük oranda makyajı dökülen devlet yeni binyıla girerken Erdoğan’ın bu özelliğini tepe tepe kullandı, karşılığında da onun “Reis” olmasına göz yumdu. Gelinen noktada Erdoğan’ın bu siyasi sermayesi büyük oranda çürümüştür. Girişte bahsettiğimiz yavaş çekim seçime sürüklenmenin bir veçhesi de bu durumla ilgilidir. Bu arada Erdoğan New York’ta, yıllardır imzalamadığı Küresel İklim Anlaşması’na Türkiye’yi taraf yapacağını da beyan etti ve geçtiğimiz günlerde Anlaşma mecliste kabul edilerek yürürlüğe girdi. Gidişatın ne yöne olduğunu görse de yıpranmış Reis’in bu hamlelerinin kaçınılmazı ne kadar geciktireceği tartışılır. Her yazımızda altını çizdiğimiz gibi egemen sınıf kendini siyasi seçeneksiz bırakmaz ve Türkiye’nin rıza devşirme sorunu seçimle, saray darbesiyle ya da Erdoğan’ı yeni bir ittifaka yönlendirerek bir süreliğine daha çözülecektir.

Sermaye sınıfının bu programına karşı bir set çekmek bugün sınıf hareketinin temel ekseni olmalıdır. Anadolu’nun dört bir yanına yayılmış sanayi bölgelerinde maden bölgelerinde köklenmek, doğanın metalaştırılmasına ve en kan emici biçimiyle gerçekleşen emek sömürüsüne karşı örgütlenmek tek yoldur. Bu yapılmadan Ankara’nın at pazarlığı siyasetinde yer kapmaya çabalamanın da anlamı olmaz. Egemenlerin ezilen ve emekçi halkımızı, bu seferkinin o kadar uzun süreceğini sanmasak da, bir yirmi yıl daha rıza devşirerek güdeceği bir düzeni tereyağından kıl çeker gibi kurgulamasına izin vermeyelim. Yeni oyun kurulurken köşemizde oturup seyretmeyelim, düzenin bizi sıkıştırmak istediği sembolik muhalefet mekânlarının dışına çıkmaya cüret edip oralarda köklenip örgütlenelim.

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Ekim 2021 tarihli 27. sayısında yayınlanacaktır.