“Geri itme” politikası cinayettir, dur Avrupa!

2 Şubat’ta Türkiye-Yunanistan sınırında Edirne İpsala’da soğuktan donarak hayatını kaybeden 19 göçmenin cansız bedeni bulunmuş, konu ile ilgili her iki ülke açıklamalarında sorumluluk üstlenmeyerek birbirini suçlamıştı. Yunanistan’ın olağan bir işlem haline getirdiği göçmenleri karadan ve denizden “geri itmesi” söz konusu cinayetlerin nedeni olsa da Türkiye’nin bağlı olduğu Geri Kabul Anlaşması’nın yükümlülüklerini birkaç milyar Avro parayı AB’den almadan yerine getirmeyi askıya alma girişiminin de bir sonucudur. Devletlerarası ilişkilerde siyasi ve ekonomik malzeme haline getirilen göçmenlerin tarlalarda, yollarda, nehir boylarında yere serilmiş cansız bedenlerinin görüntüleri insanca yaşam talebinin insanca ölüm hakkını da içerdiğini acı bir şekilde gösteren görüntülerdir.

Göçmenlerin iltica haklarına erişiminin engellenmesi için özellikle son yıllarda emperyalist ülkelerce çokça başvurulan ancak tarihi eskiye dayanan “geri itme” saldırısı insan hakları ihlallerine, işkencelere ve katliamlara neden oluyor. Giderek daha çok sertleşen ve sistematik hale gelen bu saldırılar göçmenlerin sığınma ve koruma başvurusu yapma haklarını kullanmalarını fiili olarak yok ediyor. Devletlerin bizatihi sahil güvenlik güçleri tarafından denizde yapay dalga üretilerek, botlar patlatılıp batırılarak, ateşli silahlarla insanlar öldürülerek karaya çıkmaları engelleniyor. Tüm bu zorlukları atlatıp karaya çıkabilenler ise çırılçıplak soyularak, kadınlara taciz tecavüz edilerek, ellerindeki telefonlar, kimlik belgeleri, paraları alınarak, can simidi olmadan botlara bindirilip denize ya da başka karasularına bırakılıyor, ölüme terk ediliyorlar. Vahametin bir diğer yüzü de tüm bunların devletlere cezai yaptırımı olabilmesi için mahkemelerce gerekli görülen soruşturmalarda belgelenmesi, raporlanması ve kanıtlanmasının çok güç olması, işlenen bu insanlık suçlarının dünya kamuoyu gündeminde neredeyse yer bulmaması… Çünkü bu insanlık suçlarını işleyenler; özgürlük, demokrasi ve insan hakları etiketi altında dünya halklarını ve emekçileri açlığa, yoksulluğa, sefalete, savaş ve yıkıma sürükleyen Avrupa egemenlerinden başkası değil.

Egemenler ortak sömürü çıkarları etrafında kurdukları ittifaklar ile katliamlar pahasına göçü engelleyici ve dışlayıcı politikalarını hukuki zemine oturtarak saldırılarına meşruiyet kazandırmaya çalışıyor. Başta AB olmak üzere Avrupa emperyalistlerinin nitelikli ve ucuz işgücü olarak kullanabileceği dışındaki göçmen gruplarını ekonomilerine yük ve topluma tehdit görmesi, göçü taşere edecek Türkiye gibi üçüncü dünya ülkeleriyle ekonomik işbirliklerini zorunlu kılıyor. Ne var ki uzlaşı sağlanamadığı yahut siyasi gerekçelerle uzlaşının bozulması durumunda emperyalist ülkeler karşılaştığı yığınsal göçü ancak “geri itme” saldırılarıyla engellemeye veya kontrol etmeye çalışıyor. Bu noktada AB dış sınır ‘güvenliğini sağlama’ amacıyla 2004 yılında kurulmuş ve devasa bütçeye (yıllık bütçesi 500 milyon Euro’nun üzerinde) sahip bir AB ajansı olan Frontex kullanışlı ve önemli bir baskı aracı. Frontex’i yüzü kar maskeli üniformalıların göçmenlere akıl almaz işkence görüntülerinin yer aldığı haberlerden biliyoruz daha çok. Operasyonel tarihi insan haklarını ihlal ve işkence suçlarıyla dolu ancak az sayıda AİHM’e taşınabilen davaların tamamına yakını takipsizlikle ya da cezasızlıkla sonuçlandı.

Diğer taraftan “geri itme” saldırılarını uygulayan devletler, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesi yaşam hakkı, 3. maddesi işkence yasağı, ek-4 toplu sınır dışı yasağı başta olmak üzere kuralları açıkça çiğnemelerine rağmen zorlayıcı hukuki sonuçlarla karşılaşmıyor. Sonuçta insanlara iltica haklarını vermektense ülkelerine kabul etmemek daha az maliyetli. AİHM gibi mahkemeler egemenlere zırh olurken cezasızlık üreten kararları “geri itme”nin devlet sınır politikası haline getirilip olağanlaştırılmasına zemin oluşturuyor. Bariz bir örnek olarak Yunanistan geçtiğimiz 2021 yılında önceki yıla göre “geri itme” saldırısını yüzde 97 oranında artırdı. Geçen yıl Ege’deki “geri itme” vaka sayısı en az 600, bu yıl sadece Ocak ayında ise en az 55 olarak tespit edildi. Mart 2020’den bu yana Ege’deki en az 1000 “geri itme” vakasında çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan en az 26 bin 755 kişi bu işkenceye maruz kaldı. Yakın zamandaki vahşi “geri itme” saldırılarından biri de Polonya-Belarus kara sınırında yaşandı. Tüm dünyanın gözü önünde Polonya – Belarus sınırına hapsedilen 28 bin Kürt göçmen; aylarca insanlık dışı koşullarda açlık, hastalık ve dondurucu soğuk altında bekletildi, onlar için gelen insani yardımlara el konuldu. Göçmenlere yönelik devlet şiddeti artarak devam ederken 240’tan fazla insanın Polonya askeri güçler tarafından katledildiği ve cesetlerin ormanlık alanda çukurlar kazılarak toplu halde gömüldüğü haberleri ortaya çıktı. Yaşanan katliama, emekçi halk kitlelerinin birkaç protesto eylemi dışında tüm dünya sessiz kaldı, tüm devletler bu suça ortak oldu. Aynı Polonya devleti, Rusya–Ukrayna krizinden kaçarak Polonya’ya sığınan yüz binlerce Ukraynalıyı “savaş mültecisi” statüsü vererek kabul ettiklerini duyurdu. Bundan önce Güney Afrika ve Ortadoğu’dan gelenlere karşı sınırlara dikenli teller ve duvarlar örülmesi için AB’den ek fon talep eden Polonya ve Macaristan, söz konusu Avrupalılar olunca sayısız yardım ve destek çağrısı yapıyor. Sonuç olarak, emperyalistler, Ortadoğu’da ve Batı dışı diğer bölgelerde savaşlar çıkararak, yağma ve talana dayalı sömürü politikalarıyla ekonomik zenginliklerini artırmak için milyonlarca insanı yerinden yurdundan etmektedir. Ancak güç devşirdikleri savaş düzenin bir sonucu olarak meydana gelen göçün ağır yükünü üstlenmek yerine başka ülkelere yıkmaktadır. Bunu hem dünya geneli ekonomik-politik hegemonyaları hem de uluslararası göç sisteminin tarihsel toplumsal yapısı sayesinde yapmaktadır. Ne var ki egemenler arasındaki çatışmalardan, düzen içi boşluklardan, teknolojik gelişmelerden ve türlü diğer sebeplerden hareketle sınırlar mutlak suretle aşılmaz değillerdir. Ucunda ölüm ihtimaline rağmen her yıl binlerce insan açısından göze almaya değer somut bir seçenek olarak önlerinde durmaktadır.  Şayet devletler göçü engellemek adına bu seçeneği ortadan kaldırmak istiyorsa öncelikle ezilen emekçi dünya halklarına emperyalist saldırılarından vazgeçmelidir. İnsanların özgürce, güven ve huzur içerisinde kendi ülkelerinde yaşayabilmelerinin birincil koşulu budur.  Bunun temenni ile gerçekleşmeyeceğini bilen devrimciler, düzene karşı göçmenler arasında ve onlarla birlikte güç biriktirmenin olanaklarını yaratmaktan mesuldür. Denizde boğularak, soğukta donarak ve acımasızca öldürülen tüm insanların acısını, yarım kalan umut ve yaşamını mücadelemizde taşıyacağız.

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Mart 2022 tarihli 29. sayısında yayınlanmıştır.