Bir Eko-sosyalizm Eleştirisi: Sınırları Yıkmaya Çalışırken Temel Gerçekleri İhlal Etmek

Çevre ve kadın hareketleri farklı tartışmaları da geliştirecek biçimde yükselmeye devam ediyor. Diğer taraftan sosyalizm ya da komünizm fikri kaybettiği itibarı henüz geri kazanabilmiş değil. Çevre, kadın, göçmen, insan hakları vb. mücadeleleri genel olarak sosyalizm mücadelesinin alternatifiymiş gibi yansıtılıyor. Bu eğilimlerde belki de en çok eleştirilen olgulardan biri sosyalizm deneyimleri. Sosyalizm mücadelesinin mutlak bir şiddete dayandığı, tek hedefinin iktidar olduğu, meseleye sadece üretim/emek ekseninde baktığı gibi eleştirilerin temelde sosyalizm deneyimlerine dayandırılması hem ampirist bir tutumdur hem tarih dışı bir bakış açısıdır hem de egemen ideolojik yaklaşımın bir boyutu olarak geliştirilmiştir. Bu bakımdan göz ardı edilen en kritik boyut ise -ister zafer ister yenilgiyle sonuçlanmış olsun, devrimleri ya da herhangi bir toplumsal mücadeleyi tarihsel özgül koşulları ve sınıf mücadelesinin tarihsel gelişimi olmak üzere farklı boyutlarıyla ve bütünlük içinde değerlendiren- Marksist sınıf ve devrim kuramıdır. Bilhassa çevre ve kadın hareketlerinin önemli bir kesiminin sosyalizm mücadelesi ile kurduğu bu mesafe, söz konusu hareketlerdeki liberal ya da anarşist eğilimleri güçlendirici etkiye neden olmaktadır ve tersi. 

Çevre hareketi özelinde bakıldığında sosyalizm mücadelesiyle mesafe kimi teorik çabalarla aşılmaya çalışılıyor gibi görünse de bunun layıkıyla yapıldığı kuşku götürür. Bu girişimlerin önemli bir kısmı ya eklektik bir çabadan öteye geçemiyor ya da klasik Marksist-Leninist hattan uzaklaşma yolunda seyrediyor. Böylesi girişimler bir kısım paradoksal yanlar içermekle birlikte bu girişimlerde kritik tartışmalar geliştirilebiliyor. Mary Mellor’un bu konudaki müdahalesi sosyalizm mücadelesini çevre ve feminist hareketle genişletmek yönünde olsa da bilhassa sosyalizm boyutunu ele alış tarzının Marksist materyalizmle ne denli örtüştüğü genel olarak eko-sosyalizm üzerine düşünmek açısından incelenmeye değer.

Mary Mellor’un çevre hareketlerinde görülen ilerleme karşıtlığı, kendine yeterlik ilkesi, ilkel yaşam tarzına dönüş gibi argümanlara dönük eleştirisine dayanarak geliştirdiği şu saptama hatalı değildir[1]: “Bazı yeşil kaynaklı düşünceler, bireysel ve/veya komünal kendine yeterliliğin global ölçüde yapıcı bir nitelik taşıyacağını varsayarak anarşizm ile liberalizm arasında rahatsız edici biçimde gidip gelmektedir […] bence, karşılıklılık ve ekolojik yaşam sürekliliği koşullarını politik düzlemde yaratıp kalıcılaştırmayı gerekli gören bir sosyalist perspektif daha uygundur” (29). Peki, Mellor’un anarşizm ve liberalizme alternatif olarak feminizm, çevre ve sosyalizmi terkip etme çabası hangi sorunları içeriyor? Eko-sosyalizm eleştirisinin çok daha kapsamlı olduğunun farkında olmamızla birlikte Mellor özelinde bu tartışmanın kimi boyutlarına değinilebilir.  

Kadın ve çevre hareketlerinin yükselişiyle birlikte sosyalizm mücadelesi de sık sık bu sıfatlarla anılarak geliştirilme yoluna girilmiştir. Bu tarz müdahalelerin anlaşılır bir tarafı olmakla birlikte bunların Marksist-Leninist sosyalist kuramın temel öncülleri ile ne ölçüde uyuştuğu tartışma götürür. “Feminist, yeşil bir sosyalizm” anlayışını geliştirmeye çalışan Mellor ise geleceğe dönük bir perspektifin temelde “kadın ve doğal dünyadan” başlaması gerektiğini ileri sürerek mevcut yeşil hareketlere dair yukarıda değinilen eleştirisinin muhatabı olmaktan kurtulamamıştır.

Bir yandan çevre sorunlarının bizi felakete doğru götürdüğü tezlerini diğer yandan yeşil politikalar geliştirme pratiklerini ele alan Mellor, Greenpeace gibi hareketlerin şiddet karşıtlığının; Kropotkin gibi anarşistlerden yararlanan Bookchin gibi isimlerin “komün” hareketlerine, kooperatifçiliğe dönük övgüsünün, hiyerarşi karşıtı ve adem-i merkeziyetçi tavrının; daha çok Yeşil Parti programlarında karşılaşılan ‘toplumsal adalet” ve “kolektif eylemle eşitlikçi bir topluluk yaratma gereksiniminin karşısında bireylerin hak ve sorumlulukları yer alma”sı ilkesinin; feminizmi de içeren yeşil hareketlerin erkeklerle kadınlar arasındaki güç ilişkileri yerine “dişil değerler” üzerinden hareket etmesinin; sorunu toplumsal bölünmelerde değil de maddi değerlerle tinsel değerler arasındaki bölünme olarak gören “yeşil tinselliğin” sorunların nedenleri ve çözümünde pratik karşılığı olamadığını ileri sürer. Ne var ki bu iddiasını ekofeminizm ve derin ekoloji esininden kurtaramamış bir yaklaşım geliştirerek son tahlilde eko-sosyalist yaklaşımların birçoğunda görüldüğü üzere Marksizm dışı bir sosyalizme varmaktan kaçamamıştır.

Mellor, ekofeministlerin çevre sorunlarını ele alırken temel bazı ikiliklere gönderme yaptığını söyler: doğa-kültür, erkek-kadın, zihin-beden, bilim-halkın bilgisi, akıl-duygu, materyalizm-tinsellik. Bu ikiliklerde sınıf ikiliğinin/mücadelesinin anılmaması manidar. Ekofeminizm ile derin ekolojinin en güçlü ortaklığı ise “eski bir çağın yaşam tarzına duyulan özlem”dir. Mellor, “yerelden globale kadar her düzeyde toplumun insan tarafından bilinçli biçimde kurulması gerekliliğinden yana olarak, ‘doğal’ bir topluluk fikrine” katılmadığını ileri sürer. İlk toplulukların yaşam tarzından ilham alınarak geliştirilmiş ekolojik teoriler bu açıdan sosyalizm etkilerinden ziyade anarşizm etkilerini ihtiva eder. Dahası ‘yeşil hareket’ liberal, anarşist, muhafazakâr, feminist ya da sosyalist olmak üzere çok farklı eğilimleri içermektedir: “Radikaller romantik muhafazakârlar, devrimci sosyalistler, anarşistler ve ekofeministlerden oluşurken, reformistleri oluşturan piyasa liberalleri, refah sistemi liberalleri ve demokratik sosyalistlerdir.” Dahası Mellor’un da hatırlattığı üzere aşırı sağ ya da ırkçıların da “yeşil fikirleri benimseyebildiği”ni biliyoruz.

Mellor, feminist ve çevre hareketlerindeki temelde liberal ve anarşizm etkilerini isabetli bir şekilde serimledikten ve eleştirdikten sonra kendi yaklaşımını “feminist, yeşil ve sosyalist bir hareket” olarak eko-sosyalizm adıyla nitelendirir. Son dönemde daha çok öne çıkan ve Marksizmle uyumluymuş gibi görünen eko-sosyalizm, diğer ekoloji yaklaşımlarında da görüldüğü üzere tam olarak Marksizmle örtüşmediği gibi farklı eko-sosyalist kuramlar anti-Marksist unsurlar içerebilmektedir. Bu bağlamda esas tehlikeli olan, Marksizmle tutarlıymış gibi görünen ve bu açıdan Marksizmi çarpıtan eko-sosyalist yaklaşımlar iken kasti olarak Marksizmle kurulan mesafenin ya da ona karşıtlığın nedeni ise Marx’ın kuramında varsayılan eksikler ya da hatalar olarak açıklanmıştır.

Marx’ın ekonomi tanımını kapitalist mülkiyet ilişkilerindeki ekonomi tanımından farklı ele alamadığını vurgulayan Mellor’a göre, Marx iki zenginlik kaynağı olarak doğa ve kadın emeğini ihmal etmiştir. Marx’ın yazılarında bu tarz eksikler görülse de bu, Marx’ın bu iki soruna kayıtsız kaldığı anlamına gelmez. Zira değerin kaynağı olarak emeğin yanında doğanın da özsel bir yerinin olduğu saptaması Marx’ın yazılarında mevcuttur. Yine kapitalist üretim ilişkilerinin hareket tarzını ele alışında kadın ve çocuklara dair şöylesi saptamalara sıkça tanık olunur: “makinelerin kapitalist tarzda kullanımının ilk sonucu, kadın ve çocuk emeğidir! Bu muazzam yedek emek ve işçi kaynağı, çok geçmeden, işçi ailelerinin bütün üyelerini, yaş ve cinsiyet farkına bakmaksızın, doğrudan doğruya sermayenin egemenliği altına alarak ücretli işçi sayısını artırmakta yararlanılan bir araç hâline gelir (Marx, Das Kapital). Dahası Marksizm sadece sömürü ilişkilerinde kadın emeğinin görünür olmasına dair gerçekleri ortaya koymakla da sınırlı değildir, kadınların mücadeledeki kritik rolü su götürmezdir: “her ülkede en çetin işlerden biri, kadınları eyleme geçirmektir. Pek çok işçi kadın büyük çapta katılmadıkça hiçbir sosyalist devrim olamaz” (Lenin). Yeşil hareketin Marksizmle mesafesinin ya da eko-sosyalistlerin Marksizm eleştirisinin diğer boyutu ise devlet kuramıdır ve Mellor da bu yaygın tutumu benimser: “Yeşiller, kolektif yönetimi öngören devlet sosyalizmi yaklaşımına güvenmemekte sonuna kadar haklıdırlar. Yeşillere göre, devlet-sosyalizmi, çalıştığı modern toplumun yıkıcı, merkezi ve bürokratik özelliklerini paylaşmaktadır” (257). Mellor’un haklı bulduğu eleştiri konusu, Marksizmin devlet ve proletarya diktatörlüğü kuramını yanlış anlamaktan ya da çarpıtmaktan ileri gelen anti-Marksist ideolojilerin ortak savıdır.

Marksist-Leninist kuramın ve hareketin belli öncülleri vardır ve bu öncüller tarihsel gerçeklerden, olgusal nedenlerden hareketle geliştirilmiştir: “Bütün önemli tarihsel olayların en son nedenini ve büyük harekete geçirici gücünü toplumun iktisadi gelişiminde, üretim ve değişim biçimlerindeki değişikliklerde, bunun sonucunda toplumun ayrımlaşmış sınıflara bölünmesinde ve bu sınıfların birbirleriyle mücadelesinde arayan tarih görüşü” olarak Marksist materyalizm ve “tarihteki belirleyici ögenin, en sonunda gerçek hayattaki üretim ve yeniden üretim olması” (Engels); -bireysel ya da toplumsal- “bilincin maddi hayatın çelişmelerinden, toplumsal üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasında var olan çatışmadan giderek açıklanması” (Marx); “tarihsel koşulların ve bu koşullardaki değişmelerin bilimsel kesinlikle incelenmesi”, “savaşta nelerin çatışma konusu olduğuna bakılması”, “toplumsal-iktisadi yapıların doğuşu, gelişimi ve çöküşüne ilişkin kapsamlı, her şeyi kavrayan bir inceleme” (Lenin). Bu ve buna benzer öncüllerden hareketle söyleyebiliriz ki; mücadelenin temel boyutlarından biri olan siyasal iktidar mücadelesi bir tercih değil devletin tarihsel/sınıfsal rolü itibarıyla nesnel gerekçelerle geliştirilmiştir.

Toplumda “uzlaşmaz karşıtlıkların” gelişimine bağlı olarak ortaya çıkan merkezi bir siyasal güç olarak devlet, iktisadi egemenlikle koşulludur. Yine toplumdaki güç ve çıkar ilişkileri üzerinden sahip olduğu hareket tarzına göre anlaşılması gereken devlet “örgütü”, temelde iktisadi güç ile siyasal güç arasındaki koşutlukla ele alınmalıdır: “Eğer siyasal güç, iktisadi olarak iktidarsızsa, proletaryanın diktatörlüğü için niye savaşalım!” (Engels). Öyleyse mücadelenin temel boyutlarından biri olan proletaryanın siyasal iktidarı sorunu neden-sonuç ilişkisi itibarıyla nesnel saiklere dayandırılmıştır. Günümüzde birçok toplumsal hareketteki tartışmalarda tanık olduğumuz sosyalizm mücadelesini sosyalizm deneyimleriyle sınırlayarak çürütme çabasının, geçiş dönemine özgü -siyasal iktidar mücadelesi- bir olguyu idealize etmek ve bu idealizmi Marksizme atfetmenin Marksizmi çarpıtmak olduğunu söylemekle yetinmek bu yaklaşımları hafifsemek olur. Zira bu eleştirilerin önemli bir kısmı sosyalizm mücadelesinin tarihsel doğasını, sürekliliğini anlamamaktan ileri gelir. “Proletaryanın tarihi gelişmesi”ni göz ardı eden, onun mücadelesini yenilgiler, kazanımlar içinde “hareketin geneline çok geniş bir kapsam ve derinlik kazandıran” deneyim, bilgi ve güç birikimi yoluyla değerlendiremeyen bu yaklaşımlar, düpedüz Marksizm karşıtıdır ve dahası birçoğu egemen ideolojinin yeniden üretiminde iş görmektedir.

Mellor’un Marksizmle örtüşüyormuş gibi görünen bir argümanı ise toplumsal mücadelede işçi sınıfının öncülüğüdür. Kendine yeterlik yerine kolektiviteyi, ilk toplulukların yaşam tarzına geri dönüş ya da “doğal” bir topluluk fikri yerine “yerelden globale kadar her düzeyde toplumun insan tarafından bilinçli biçimde kurulması gerekliliğini” ifade eden Mellor, kapitalizme karşı merkezi gücün işçi sınıfı olduğu konusunda Marx ile aynı fikirde olduğunu ifade eder. “Kapitalist piyasa sisteminin ekonomik, politik ve askeri güçle desteklenen muazzam ve güçlü bir mülkiyet ve denetim ağı” olduğunu hatırlatan Mellor, -nasıl yaptığını açıklamaya ihtiyaç duymayacak biçimde- sınıf ilişkileri odaklı mücadeleden kadın odaklı mücadeleye geçiş yapar: “Feminist, yeşil bir sosyalizmin görevi, erkeklerin çıkar ve deneyimleri üzerine inşa edilmiş bir dünyadan, erkek deneyiminin egemen olduğu bir dünyadan kadınların çıkar ve deneyimleri üzerine inşa edilmiş bir dünyaya, kadın deneyiminin egemen olduğu bir dünyaya yöneltmektir”(273). Mellor, sınıf odaklı yaklaşıma “toplumun patriyarkal temelde bölünmesi” olgusunu ikame ederek egemenliğin temel formunu “erkeklik” olarak kabul etmiş olur. Dolayısıyla nedensel bakış açısını terk edip sonuçlardan hareketle olguları açıklamaya girişir: “kadın (doğa, bakıp büyütme, özel aile dünyası) ile erkek (kamusal, kültür, egemenlik ve denetim) biçiminde bölünmesi benim savunduğum gibi bugün de erkeklerin insan toplumundaki yıkıcılıklarının temel kaynağını oluşturmaktadır”(288). Kaçınılmaz biçimde sınıf ve tarih dışılığa bir sapmaya ve feminist, çevreci ve sosyalist hareketlerin bir tür sentezini geliştirmeye çalışır: “yeşil bir sosyalizm […] feministtir, çünkü kadınların yaşam üreten ve yaşamın sürekliliğini sağlayan çalışmalarını tanımakta ve erkeklerin yıkıcı kurumlardaki egemenliğine dikkat çekmektedir. Bu sosyalizm yeşildir, çünkü insanlığın gereksinimleri ile gezegenin bunların sürekliliğini sağlama yeteneği arasında yeni bir denge kurmak için global çapta düşünüp harekete geçmemiz gerekmektedir. Bu sosyalizm sosyalisttir, çünkü dünyadaki bütün insanların toplumsal bakımdan adil ve eşit bir toplulukta yaşama hakları olduğunu tanımaktadır”(303). Sosyalist bir perspektifi kadın ve çevre mücadelesiyle genişletme girişiminin bu denli genel ve liberal -eşitlik ve adalet- ilkelerle bitirilmiş olması sosyalizmi Marksizmden uzaklaştırmaya neden olacağı için talihsiz sonuçlar üretmiştir, üretmektedir.

Kadın, çevre ya da sosyalizm, hangi mücadele söz konusu olursa olsun kuşkusuz ki önceliğimiz bu mücadeleyi belirleyen tarihsel sorunların nesnel çözümlemesi olmalıdır. Mellor’un geçmişe dönmek gibi mistik-mistik yaklaşımları, ilerleme ve akılcılığı ihmal eden önerileri gerçek dışı bulduğu eleştirisi haklı olmakla birlikte mücadelenin taraflarını ele alırken ortaya koyduğu yaklaşım Marksist-Leninist bir sosyalizmle örtüşmemektedir. Önceliklerin değişimi önerisini “erkeklerden kadınlara, zenginlerden yoksullara, Kuzey’den Güney’e, doğanın sömürülmesinden doğanın hizmetkârlığına” doğru seyretmesi gerektiğine dayandıran Mellor’un sosyalizm mücadelesinin kadın ve çevre ile ilgili boyutlarını derinleştirme girişimi “hoşgörü, saygı, eşitlik” gibi oldukça liberal ilkelerin salık verilmesiyle ve neredeyse hiçbir Marksist strateji içermeksizin tamamlanmış olur.

Günümüzde çevre ve kadın hareketlerinin ilerlemesiyle birlikte yaygın bir biçimde bir yandan bu bağlamda ortaya çıkan sorunların kaynağına odaklanılırken diğer yandan özellikle 20. yy.’ın ikinci yarısında hızla büyüyen bu toplumsal hareketlerin özgül yönleri tartışılmaya devam ediyor. Bu tartışmaları belirleyen boyutlardan biri çevre ve kadın hareketlerinin Marksizmin temel öncülleri ile ya da -bir kısım- Marksist hareketle ilişkisi olmuştur. Bu tartışma özelinde geliştirilen kuramlardan biri eko-sosyalizm olsa da bu kuram Marksizmi büyük ölçüde deforme ederek ya da kimi yönlerini ileri çıkarıp temel kimi yönlerini görmezden gelerek, reddederek onu yeniden şekillendirme girişimi olarak gelişmiştir. Tersinden bakarsak, Marksizm ise materyalist özü gereği gelişmeyi, tamamlanmamış olmayı ve gerçekliği anlama çabası içinde yeniden ve yeniden üretilmeyi ilkesel olarak içerir. Dolayısıyla çevre ya da kadın sorunlarının görmezden gelinmesi bir yana bu sorunların nesnel nedenlerini ortaya koymak, mücadelenin bu yönlerini ihmal etmemek Marksizmin özsel yanlarından biridir. Nihai olarak sosyalizmi ele alırken -yeşil, feminist vb.- yeni sıfatlar takarak onu geliştirmiş olmayız. Onu geliştirebileceğimiz yol deneyimin yoludur. Marksizmi gerçekleştirerek geliştirebiliriz. Ama bunu yaparken -günümüzde eko-sosyalist yaklaşımın da önemli ölçüde yaptığı üzere- Marksist-Leninist materyalizmin temel öncüllerinin, felsefesinin ve tarihsel stratejisinin göz ardı edilmesi deyim yerindeyse onu doğasından etmek olacaktır.


[1] Sınırları Yıkmak / Feminist, Yeşil Bir Sosyalizme Doğru, Mary Mellor, çev: Osman Akınhay, Ayrıntı Yayınları.


*Bu yazı Komite Dergisi’nin Eylül 2022 tarihli 31. sayısında yayınlanmıştır.