Cinsiyetçilik ideolojisi işbölümüne dayalı faaliyetin ürettiği mülkiyet ilişkileriyle şekillenmiştir. Egemen sınıf, kadınların ev içindeki görünmeyen emeklerinden, ucuz işgücü olarak çalışmasından, başta aile içinde ve hayatın her alanında şiddete uğramalarından memnun. Egemen fikirleri toplumun tüm kesimlerine kabul ettirmek yönünde ilişkiler, eylemler ve değerler üreten sermaye sınıfı, ideolojik üstünlüğünü kadınları cendere altında tutmak için de kullanıyor. Kadınlar ‘ataerkil pazarlık’la kurulmuş ailenin, geçim kaygısıyla işyerinde, sokakta maruz kaldığı tacizin, güvencesizliğin, düşük ücretin ve kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesinde etkin olan tüm ilişki biçimlerinin ağırlığını iliklerine kadar hissediyor.
Nasıl ki emekçilerin, işçilerin yaşadıkları koşullarda sadece yaşanan sömürünün yarattığı çaresizliği, muhtaçlığı görmeyip aynı zamanda bu sömürü ilişkilerine içkin devrimci olanakların izini sürüyorsak, sermaye sınıfına ve onun devletine karşı sınıf mücadelesine öncülük edebilecek kadınların mücadelelerinin önündeki engelleri kendi ellerimizle bir bir temizledikçe acıyı öfkeye dönüştürme kudretini deneyimliyor kadınlar. Geçtiğimiz yıl içinde Migros direnişi, Amazon direnişi, ETF direnişi gibi kadınların öncülük ettiği ya da öncüleştiği mücadelelerde hem aile içindeki gerilimleri sırtlayan hem de emeğine sahip çıkan kadın işçiler olmasa mücadeleyi sürdürme iradesinin zayıfladığına bizzat şahitlik ettik. Kadın işçilerle gerekli güven ilişkisi kurulduktan sonra aile içindeki şiddet, işyerinde erkek amirlerin cinsiyetçi yaklaşımlarının daha görünür olduğu ve bu yöndeki öfkeyi mücadele içinde yoğurarak kadınların çığlıklarının isyana dönüştüğü deneyimler inşa ettik.
Tarihselci olmayan, kimlikçi ve özcü yaklaşımlara kapılmadan, tarihe yön veren sınıf mücadelesini ve işçi sınıfının devrimci rolünü rehber alarak kadınların mücadelede birleşmesi ve devrimcileşmesi için tüm gücümüzle çaba sarf etmeye devam edeceğiz.
Toplumsal sorunları, olguları, ideolojileri tarihten hareketle ele alıyoruz ve tarihteki tüm kadın hareketlerinden öğrenmeyi ilke ediniyoruz. Bu açıdan cinsiyetçiliği ve kadın hareketlerini Marksist bir bakış açısıyla ele alıp geliştirmeye gayret ediyoruz. Tarih bize cinsiyetçilik, ırkçılık gibi ideolojilerin mülkiyet ve sömürü ilişkilerinden bağışık değil bilakis bu ilişkilerle bağlaşık olduğu gerçeğini gösteriyor. Bu, her olguyu tek bir yolla ya da tek bir unsurla açıklayacağımız yönünde idealist bir yaklaşıma değil, bu iki olguyu birbirini yeniden üreten ilişki tarzları içinde düşünmemiz gerektiğine dair materyalist bir yaklaşıma dayanıyor. Bu yüzden de bir yandan hareketin Marksist, güncel teorisini yapma gayretini sürdürüyor diğer yandan kadın sömürüsünün ve cinsiyetçiliğin emek sömürüsünden özerkmiş gibi değerlendirilmesinin karşısında tutumlar alıyoruz.
Egemen sınıfın temsilcisi iktidarın Türkiye’yi Çin yapma, muhalefet kanadının ise Türkiye’yi lojistik merkezi yapma olarak ifade ettiği program öyle ya da böyle hayata geçirilmeye çalışıldıkça bu uygulamalar en çok da kadınların, çocukların, göçmenlerin sömürüsünü derinleştirecek. Ucuz işgücü, güvencesiz çalışma yaşamı ve onun getirdiği yaralanmalar, ölümler, işçilerin, toplumun zehirli gıdalarla beslenmesi, işçiler üzerinde gözetimin arttırılması ve daha birçok yolla gerek yedek işgücü ordusu olarak gerekse ailenin yeniden üretimi sağlayan kesim olarak kadınların cehennemi büyüyecek. Her yerde ve her koşulda şiddet ve ölüm kadınların ‘kaderi’ sayılacak!
Türkiye’nin de bağlı olduğu Ortadoğu coğrafyasında kadınlar için durumlar benzer. İranlı Mahsa Amani’nin saçı görünecek biçimde giyindiği gerekçesiyle ahlak polisi tarafından dövülerek gözaltına alındıktan sonra ölümü üzerine, kadınların öncülüğünde başlayan isyanın toplumun diğer katmanlarıyla buluşmasına tanık olduk. İran’da bitmeyen ekonomik sorunlar, karaborsa, yolsuzluklar, siyasal iktidarın seçimlere müdahalesi ve can güvenliğinden yoksun yaşamaktan bıkmış kesimlerin isyana katılmasıyla isyan dalgası büyüdü. Cehennemin dehşetini yaşayan kadınların ayağa kalkışının görkemi toplumsal isyana öncülüğü de içinde barındırıyor.
Türkiye’de erkekler tarafından gerçekleştirilen kadın cinayetleri sistematik hale gelirken, devlet yasalarla kadınları korumak yerine katilleri cezasızlıkla ödüllendiriyor. Kadınlar yaşam haklarına da ancak örgütlülükle ve mücadeleyle sahip çıkabiliyor. Bu nedenle 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nde kent meydanlarında, İstanbul’da ise Taksim’de, düşmanımız, sermayenin devletine karşı kadınlar olarak gücümüzü göstereceğiz. Ateşi avuçlamış kadınlara barikat, yasa, yasak işlemez. Bu devlet, yasalar bizim değilse, yıkıp özgürlüğümüzü ellerimizle inşa etmeliyiz. 25 Kasım da sadece bunun küçük bir provası olacak.