Genç işçi ölümleri tesadüfen mi artıyor?

Ekim ayında yayınlanan son İSİG Meclisi raporuna göre 2022 yılının ilk on ayında en az 1521 işçi hayatını kaybetti. Hayatını kaybedenlerin 22’sini 14 yaş ve altı çocuk işçiler, 32’sini 15-17 yaş arası çocuk işçiler ve 250’sini 18-27 yaş arası genç işçiler oluşturuyor. Geçtiğimiz ay Amasra’da meydana gelen patlamada ise hayatını kaybeden 41 maden işçisinin 30’u 30 yaş altı işçilerden oluşuyor. 

Genç işçi ölümlerine dair bu sayılar, oransal olarak Türkiye’de genç işçi ölümlerinin son 10 ayını değil, on yıllarını anlatıyor. Amasra’da hayatını kaybedenlerin 4’te 3’ünü oluşturan bu oran o madene özgü bir tesadüfü değil, Türkiye’deki genç işçiler ve ömürlerinin akıbeti hakkında bir hakikati ortaya koyuyor: Gençler işçileştiriliyor, genç işçiler ölüyor.

Egemen sınıflar, düzenin yeniden üretiminde başta emekçi sınıfların çocuklarını ve özel olarak üniversite gençliğini düzene uygun yetiştirmeyi stratejik bir hedef olarak gördü. Dönem dönem düzen karşıtı tavırlar geliştiren gençliği, özgül özellikleri sebebiyle toplumsal hareketlerin de taşıyıcı gücü olabilmesi sebebiyle baskı altına almak da bu sürecin bir parçası olarak görüldü. 40 yıllık neoliberal program ise gençliği ideal bir aydın veya tehdit unsurundan çok ucuz emek rejimi çerçevesinde üretimi ayakta tutan bir meta olarak konumlandırdı. Gençliğin ekonomik, toplumsal ve siyasi olarak sisteme tam entegrasyonunu, üretimin hem asli hem yedek gücü, garantörü olmasını hedefleyen bu dönüşümde “katı olan her şeyin buharlaştığı” gibi çocukluk, öğrencilik, gençlik, işçilik tanımları ve bunlar arasındaki ilişki de saydamlaştı.

Ucuz emek-yüksek kârlılık hedefiyle küresel sermayenin ucuz işçi deposu haline gelen Türkiye’de de gençlik, bu neoliberal programın sistemi ayakta tutan önemli dayanaklardan biri olma dönüşümünden ağır bir pay aldı. Emperyalist ülkelerin kendi ülkelerinde istemedikleri riskleri rahatça alan Türkiye, işçi ücreti yönünden düşük maliyet kalemi cenneti haline geldi. Esnek, ucuz işgücü istihdamı, taşeronluk, ücretsiz izin, sarı-şirket sendikalar vb. türlü uygulamalar ve baskı politikaları ile emek sömürüsü hayatta kalmanın bir tık üstündeki her şeyi kapsadı. Gençliğin ve hatta çocukların işçileştirilmesi/ köleleştirilmesi de yıllar içinde genişletilen, normalleştirilen ve vahşileşen bin bir türlü politika ve mekanizma ile sağlandı.

Birleşmiş Milletler’in yönergeleri ile onlarca ülkede ortak bir neoliberal gençlik stratejisini gerçekleştirebilmek için kurulan “Gençlik Koordinasyon Merkezleri” Türkiye’de de kurulmaya başlandı. Gençlik Meclisi, Gençlik ve Spor Bakanlığı ile belediyelerin bolca reklamını yaptığı Gençlik Merkezlerinin ve bir sürü üniversitede gençlik çalışma/araştırma birimleri kurulması, burjuva partilerin gençlik teşkilat ve kollarına verilen önemin artması, seçilme yaşının 18’e düşürülmesi, neoliberal muhafazakâr/dindar ve itaatkâr gençlik hedefi kapsamında devlet ve yerel sermaye tarafından fonlanan onlarca STK, vakıf, cemaat bu politikaların hayata geçirilmesi konusunda görevlerin bir kısmını sırtlandı.

Erdoğan’ın üniversite sayısını 76’dan 206’ya çıkarmakla övündüğü her ile bir üniversite politikası ve açılan onlarca vakıf üniversitesi, adı dışında üniversiteye benzemeyen, üniversiteyi üniversite olmaktan çıkaran onlarca kurum yarattı. Yemekhane, temizlik vb. türlü ihtiyaçlarıyla üniversiteler birer ihale cenneti haline getirildi. Emekçi ailelerin birikimleri, üniversiteye giden gençlerin tüketimi aracılığıyla yağmalandı ve bu yolla yeni kurulan üniversitelerin etrafındaki ilçelerin ekonomisi büyütüldü. Bununla beraber, yeni biçimlendirilen müşteri-öğrenci modeli ve giderek asgari ücretin ortalama ücret haline getirildiği enflasyonist koşullar altında öğrenciler temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldiler. Bu yolla üniversiteye attıkları ilk adımda bizzat devlet eliyle (KYK kredileri) borçlandırıldılar. Yani üniversite, yalnız bilginin metalaştırılması açısından değil aynı zamanda doğrudan kendi varlığıyla bir pazar alanı haline dönüştü. Temel ihtiyaçlarını borçlanarak da karşılayamayan üniversite öğrencileri yarı zamanlı işçi- yarı zamanlı öğrenci olmaya başladı. “Genç” tanımının temel belirleyenlerinden biri olan, üretim ilişkilerine henüz dâhil olmama ve serbest zaman mefhumu tamamen ortadan kalktı.

Bu yeni üniversite modelinin düzene yukarıda saydığımız gibi türlü faydası oldu. Ancak temel iki dönüşüm, “Her ile bir üniversite” kampanyası ile kurulan taşra üniversiteleri ve sayıları hızla arttırılan meslek liseleri, teknik liseler ve MESEM gibi yapılarla sağlandı.

Taşra üniversiteleri Türkiye’nin popüler bazı sektörlerinin ihtiyaçlarını doğrudan karşılamak üzere kuruldu. Hizmet, inşaat, lojistik ve medya gibi sektörlerin yerel ve yerel sermayenin taşeronluk ettiği üretimlere doğrudan “nitelikli” işçilik, ara eleman kaynağı yaratan bu üniversiteler aracılığı ile üniversite mezunu sayısı artarken kafa emeği değersizleştirildi. Bu diploma enflasyonu, kendi bölümüne uygun istihdam alanı bulamayan binlerce üniversite öğrencisi ile beraber diplomalı işsiz enflasyonunu da büyüttü. Üniversite, kapitalizm koşullarında rekabet özgürlüğü dâhilinde bir sınıf atlama olanağı olmaktan giderek uzaklaştı. Gençler, mezun olduktan sonra da esnaf kuryelik, depoculuk, inşaat gibi bulabildikleri “en bol kazançlı” sektörlere yönelerek tam zamanlı diplomalı işçi haline geldi.

TÜSİAD, MÜSİAD, Cumhur ve Millet İttifaklarının gençler ve hatta çocuklar üzerindeki ortak neoliberal köleleştirme programı olan meslek liselerinin de şu anki gençlik bilançosundaki yeri çok büyük. Son dönemde, MEB’in imzaladığı A101 protokolü ile tekrar gündeme gelen meslek liseleri ve MESEM (Mesleki Eğitim Merkezi) 4+4+4’ün bir milat olduğu, on yıllar süren bir proje olarak geliştirildi.

Zorunlu staj kapsamında, MEB’in veya doğrudan okul müdürlerinin komisyon karşılığı patronlara sattıkları öğrenciler, aksi takdirde mezun olamadıkları staj defterlerini doldurmak pahasına; çoğu zaman hiçbir ücret almadan, esnek/güvencesiz şekilde, kölece koşullarda çalıştırılıyor. Kendi bölümleri dışında üniversiteye yönelik müfredat dâhilindeki temel eğitimleri dahi alamayan, öğrenciliğinin yarısını zorunlu olarak sözde “stajyer” olarak geçiren meslek lisesi öğrencileri, organize sanayi bölgeleri başta olmak üzere büyük/küçük bütün patronların ucuz ve kolay işçi madeni haline getirildi. Erdoğan ise meslek lisesi öğrencilerine hitaben “Herkesin üniversite okumasına gerek yok” diyerek üniversiteli işsiz enflasyonunu da meslek lisesi övgüsü ile dengelemeye çalışıyor.

CHP’nin 2015’ten beri seçim vaatlerinden biri olan bir projeyi AKP de geçtiğimiz yıllarda uygulamaya koydu: OSB’lerin ve otellerin ortasına yatılı meslek lisesi açma projesi. Bu gibi projelerle büyük işçi kampları haline getirilen bu emek hapishaneleri, MEB ve MESEM gibi mekanizmalar aracılığı ile de büyütülüyor.

MESEM’lerde “eğitim alan” çocuk sayısı 2022 Ocak ayında 159 bin iken 2022 Ekim ayında 900 bine yükselmiş, Millî Eğitim Bakanlığının kendi sitesinde başarı olarak yayınladığı Meslek liselerinin ekonomiye dokuz aydaki “katkısı” 1 Milyar 362 milyona varıyor. Eğitim-Sen’in hazırladığı “Çatışmaların Eğitim-Öğretim ve Öğretmenler Üzerindeki Etkisi Anketi”ne göre 2011-2012 eğitim-öğretim yılında Türkiye’de sadece 45 özel meslek lisesi varken son üç yıl içinde kamu kaynaklarıyla yapılan doğrudan destek ve teşvikler sonucunda okul sayısı yaklaşık 10 kat, özel meslek liselerine giden öğrenci sayısı ise 17,5 kat gibi devasa bir artış gösteriyor. Boşuna “Meslek liseleri memleket meseledir” demiyorlar.

Bu noktada,  aynı stratejinin devamı olan önemli unsurlardan biri de meslek lisesi öğrencilerinin sınavsız veya ek kat sayılarla okumaya hak kazanabildikleri teknik eğitim bölümleridir.

Çok sayıda üniversitenin sermaye işbirliği içinde, büyük sanayi tekelleri ile meslek yüksekokulları entegrasyonunun öğrenci çalıştırma programı ile tam olarak sağlandığı bu kurumlarda teorik dersler okulda, uygulamalı derslerin önemli bir bölümü fabrikalarda yapılıyor, fabrika uzmanları okullardaki derslere, akademisyenler fabrikadaki sözde “derslere” katılıyor, okulların ders ve müfredat programları öğretim üyeleri ve fabrika yöneticileri tarafından ortak belirleniyor, öğrencilerin notlarının bir kısmı fabrika yöneticileri tarafından veriliyor ve öğrencilere uygulamalı çalışmada asgari ücret üzerinden saat ücreti ödeniyor. Yerel piyasaya göre düzenlenen bu kurumlarda aynı ücretle, aynı çalışma saati ve aynı güvencesizlikle “biraz daha kalifiye” eleman ihtiyacı da rahatça karşılanmış oluyor.

Bütün bunların yanı sıra, son derece hızlı, yoğun ve ağır çalışma temposuna, esnek ve uzun çalışma saatlerine dayanabilen, sermayenin teknoloji, piyasa, iş ve emek düzenlerine, sürekli dönüşüm ve yenilik süreçlerine ayak uydurabilen özellikleri ile de tercih edilen genç işçiler, bütün bu neoliberal programla birlikte Türkiye’de eskiden sınıfın ana gövdesini oluşturan büyük sanayi işçilerinin yerini alıyor. Lise ve üniversite süreçlerinde dahi işçilik yapan gençler bugün sınıfın ana gövdelerinden birini oluşturuyor. Başta söylediğimiz gibi gençler işçileşiyor ve bu sömürü, köleleştirme ve ağır çalışma koşulları altında ezilerek ölüyor.

Özetle, biz bu yazıyı yazarken geçen sürede bile İSİG Meclisi’nin duyurduğu üç işçi ölümünün üçünün de 26 yaş altı olması, her gün duyduğumuz üniversiteli-kurye ölümleri, maden cinayetinde ölenlerin yarısının 30 yaşının altında olması ve daha da arttırılabilecek bütün bu örnekler bir tesadüf değil, bu ülkedeki bütün gençlerin olası geleceğidir. Ancak niyetimiz bu neoliberal programı tariflemekten veya analizini yapabilmekten ziyade içinde bulunduğumuz bu koşullardan ve yeni gençlik tablosundan hareketle mücadeleye katkı sunmaktır. Gençlerin bu çalışma rejimi altında her gün yaşadığı sorunları görmezden gelmeyen ancak kendini bir sendikal çalışma tipine mahkûm etmeyen, çocuk işçiliğe cepheden karşı çıkan, kölelik koşullarını kökünden değiştirmek üzere yol yürüyen bir odaklanmaya ihtiyacımız var. Kaynağımız da bu geleceksiz gelecekte biriken genç öfkedir.