14 Ekim’de Bartın Amasra’da meydana gelen maden katliamında kimisinin durumu ağırlığını korumakla beraber birçok işçi yaralandı. Şu an itibarıyla da toplam 42 işçi hayatını kaybetti. Katliamın “maden kazası” olarak ülke gündeminde büyük yer edinmesi ile beraber birçok işçi katliamında gördüğümüz manzaraya benzer şekilde gündemde yerini hızlıca kaybetti. Maden faaliyeti ise aynı dinamikler ile devam ediyor.
Madencilik faaliyeti ve bu faaliyet içerisindeki taş kömürü ve linyit madenciliği faaliyeti tartışmasız en tehlikeli işkolları arasında başı çekmektedir. Mevcut işleyiş içinde ve bu tehlike seviyesindeki maden faaliyetinde madencilerin iş cinayetinde ölümü sık sık görülmektedir. Madencilerin 10, 20, 18, 293, 301 gibi toplu sayılar ile öldürüldüğünde gündemde yer edinmesi, verilen tepki/mücadele nedeniyle küçük cezaların verilip en iyi ihtimalle küçük değişikliklerin yapılması ise olağan hale getirilmiştir. Bu ölümlerin sebebi, “tehlikeli işkolunda ölüm olur” denilerek veya “kader”, “alın yazısı” ile açıklanamaz. Bu katliamları açıklamak için emek-sermaye çelişkisinden ve bu çelişkiyi üreten ilişki ve mekanizmalardan başka yere bakmamak gerekir.
14 Ekim’de Amasra Taşkömürü İşletmesi Müessesi’nde gerçekleşen katliamın sebepleri hem müessese bünyesinde hem de TTK, MAPEG ve bakanlıklar nezdinde alınmamış önlemler, göz ardı edilmiş uyarılar, göze alınmış “risk”lerdir. Öyleyse bu katliamın fail listesi kurumdaki nezaretçiden bakanlığa kadar bir dizi sorumluyu içeriyor. Bu listeye müessese yönetimi, bakanlık müfettişleri, bakanlık yetkilileri ve hatta bakanlar dâhil edilebileceği gibi bu olağanlaştırılmış işleyişe ortak olan ya da göz yuman siyasileri, sarı sendikacıları da ekleyebiliriz.
Amasra’da gördüğümüz ihmaller, göze alınmış “risk”ler ve bu geniş fail listesi birçok yanı ile Kozlu’daki, Soma’daki, Ermenek’teki maden katliamları ve haftalık-aylık gördüğümüz madendeki iş cinayetleri ile benzerlik göstermekte. Bu benzerlikler Soma’daki katliam başta olmak üzere birçok işçi katliamında veya iş cinayetinde tartışılan kast-taksir tartışmasını akla getirmekte. Kast-taksir tartışması ise bu katliamların kural haline getirilmiş bir işleyiş, anlayış ve siyaset doğrultusunda gerçekleştirildiğini göstermekte. Şöyle ki; taksir bir eylemi kusur ile, ihmal ile yapma anlamına gelirken kast ise bir eylemi bilerek, isteyerek yapmak anlamına gelmektedir. Bir kişi yapacağı eylemin doğuracağı sonuçları biliyor ise ve bu eylemi bu bilgiye haiz iken gerçekleştiriyorsa, bu eylemi kasti yapıyordur.
Ezcümle mevut maden ocaklarında işçilerin birer birer veya toplu olarak öleceği bilindiği halde önlem alabilecekken alınmaması, yapısal sorunlar giderilebilecekken giderilmemesi işçilerin canına kast edildiğini göstermekte. Bu kastın motivasyonu ise sermayenin kâr hırsıdır, işçinin kanı/canı üzerinden vuracağı rekoltedir. İşçinin yiten canı, akan kanı ise sermaye için bir gider kaleminden farklı değildir ve onun nezdinde hemen yerine yenisi konabilir. İş cinayetlerinde patronların ilk gündeminin “kan parası” olması veya iktidarın katliamlar sonrası hemen “bir ev vereceğiz”, “hesaplarına şu kadar yatıracağız” söylemleri bu gerçekliğin tezahürüdür. Bu nedenle yukarıda parantez içinde yazdığımız “risk”, sermaye için riziko iken, emekçiler için ise kendi canlarıdır.
Bu tablo bize gösteriyor ki, sermaye ve onun siyasal temsilcileri elde edecekleri kazanç uğruna işçileri öldürmekte tereddüt etmemekte. Bu tereddütsüz cinayetler, sınıf savaşımının en ağır tarihsel görünümleridir. Patronların, bürokratların, devletin ve onun araçlarının, sarı sendikaların bir tarafta emekçilerin, yoksulların, ezilenlerin diğer tarafta olduğu bu saflaşmada sorunu sınıf savaşımı ekseninden uzaklaştırmak bizi bu saflaşmanın dışına değil ilk tarafına sürükler. Bu sürüklenmenin biçimlerinden biri de sorunu salt hukuki boyutuyla ele alma ve çözme çabası olmuştur.
Bu savaşın içinde verilen hukuki mücadele elbette kendine bir yer edinmekte ama çözümün kendisi olamamaktadır. Sözgelimi Soma davasında verilen takdire şayan hukuki mücadele (ve tabii ki bu mücadelenin bazen yanında bazen önünde verilen toplumsal mücadale) ile örneğine az (belki hiç) rastlanır şekilde patronun hapis yatması (katledilen madenci başına 8 gün gibi komik bir süre olsa da), Soma havzasının diğer havzalara nazaran iş cinayetinde daha geride kalması, Maden Kanunu’nda görece iyileştirilmesi yapılması yolunu açmıştır. Amasra’da da bu deneyimlerden öte bir hukuki mücadele de verilmektedir. Ama yine bu deneyimlerin bize öğretti nitelikli bir hukuki mücadeleye rağmen sonunda patronların özgür kaldığı, iş cinayetlerinin ve Amasra gibi başka katliamların da yaşanmaya devam ettiğini görmekteyiz. Öyleyse tek çözüm, sınıf savaşında tarafımızı netleştirmek ve bu savaşta işçi sınıfını hukuksal, sendikal mücadelesinin yanında meclis ve komitelere dayalı örgütsel hareket tarzını ve ideolojik gücünü artırmak için seferber olmaktır.