2023 ve Ötesi Dünyada Savaş ve Darboğaz Zamanları ve Bunlara Karşı Mücadele

Etrafımızdaki dünyayı ona yön veren emperyalist düzeni ve küresel kapitalizmin genel işleyişini artık İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD hegemonyası altında oluşan eski düzene göre algılamak anlamsızdır. Bretton Woods düzeninin stabilliği, Keynesçi refah devleti, ulusal kalkınmacılık, komünizmle mücadele (hem gayrı nizami harp yöntemleriyle hem de sosyal devlet uygulamalarıyla) gibi köşe taşları olan bu eski düzen yetmişlerde krize girdi, seksenlerden itibaren başka bir ekonomi politik küresel mimari oluşmaya başladı, ulusal iktisadi ve siyasi modeller bu mimariye göre yeniden şekillendi. Neoliberal küreselleşme diye adlandırdığımız bu dönem küresel üretim ve tüketim dizgeleri yarattı ve bunlar dolayımında ülkelerin siyaset ve toplumsal yapısını etkiledi. Küresel tedarik zincirleri yoluyla uluslararasılaşan imalat sanayinin yeni biçimi, sanayileşmenin eski dönemde kalkınma ile özdeşleştirilen ne özelliği varsa hepsini ortadan kaldırdı. Kapitalist üretim tarzının eşitsiz birleşik gelişim yasası doğrultusunda küresel kuzeyin kimi bölgeleri sanayisizleşip çöküntü alanlarına döndü, küresel güneyin kimi bölgeleri sanayileşip ekolojik yıkım alanlarına döndü, her yerde sermaye sınıfının gücü artarken ezilenler ve emekçiler giderek daha bağımlı hale geldi. Siyasal karar alıcıları etkileme güçleri azaldı, yurttaşı oldukları devletlerde söz hakları iyice örselendi, güvenceli iş olanakları dolayısıyla gelirleri düştükçe borçlulukları arttı. Kırsalda kurulan sanayi ve lojistik merkezlerinde çalışan emekçiler giderek daha fazla aşırı sağın etkisine açık hale gelirken, sayıları hızla artan vasıfları değersizleşmiş güvencesiz işlere mahkûm okumuş kentliler de değerler siyasetine dayalı kimlikçi bir solculuğa saplandı. Sermaye çekme çabası ulusal hükümetleri küresel finansal kurumların da yönlendirmesiyle büyük bir dibe doğru yarışa itti. Köylü nüfusu yok olurken devasa bir küresel yedek sanayi ordusu ortaya çıktı. Bunların önemli bir kısmı mülteci olarak güvencesizliğin en dibinde yaşamaya itiliyorlar.

Doksanlarla birlikte dünyada hiçbir yer küresel kapitalizmin işleyişinin yeni evresinden etkilenmemiş değildi. Bazı ülkeler parçalandı, bazıları devlet kapasitelerini kaybetti, hemen hepsi ekonomik modelini değiştirdi ve bunun sosyal ve ekonomik sonuçlarını yaşadı, bölgelerindeki siyasal ve ekonomik pozisyonları da buna göre yeniden belirlendi. Kapitalizm 1980 sonrasında genel olarak ücretli emek tarafının etkisiz, sermaye tarafının etkili olduğu, Çin Halk Cumhuriyeti(ÇHC)’nin neoliberal küreselleşme oyununun kurallarına uyarak önemli aktörleri arasında yer aldığı bir süreçle 2008’e kadar geldi ve hiyerarşinin en üstünden başlayarak hala tam olarak çözülmeyen mali bir bunalıma girildi. Atlantik dünyasında ABD doların hegemonik pozisyonu sayesinde daha az yara aldı. Ücretlerin düşük, çevre sorunlarının önemsiz, yatırımların devlet tarafından desteklendiği ve toplumların baskı altında tutulduğu bizim gibi ülkeler, küresel bunalıma rağmen büyümeye devam ettiler. Devlet kontrollü kapitalizmin liberal uygulamalara nispeten üstünlüğü, hem finansal kriz sonrasında hem de pandemi döneminde kısmen ortaya çıktı. Bu süreçte G7 bünyesinde temsil edilen geleneksel kapitalist çevreler, küresel rekabette geride kalmalarının nedeninin yalnızca Çin Halk Cumhuriyeti’nin gelişimi yüzünden değil ama orta büyüklükteki kapitalist ülkeler üzerindeki hegemonyalarının zayıflamasıyla da ilintili olduğunu gördüler. Geleneksel olarak yaptıkları gibi küresel finans akışlarını ve uluslararası borçlanmayı kontrol ederek, ticari sınırlandırmalar-ambargolar uygulayarak, stratejik önemi olan bölgelere askerî müdahalelerde bulunarak gidişatı tümden terse çeviremeyeceklerini yaşayarak öğrendiler. Buna rağmen hala o yöntemleri de kullanıyorlar fakat esas olarak rakipleriyle üstün oldukları alanlarda savaşmak yerine, onları kendi üstün oldukları alana çekerek alt etmeye çalışıyorlar ve ideolojik üstünlüklerine daha çok başvurmaya çalışıyorlar; ideoloji çok kullanılınca yaldızları dökülen bir silahtır.

Yeşil kapitalizm rengini nereden alır?

İçinden geçtiğimiz durgunluk ve enflasyon sarmalından İkinci Dünya Savaşı sırasında olduğu gibi bütün dünyanın teknolojik altyapısını savaş yoluyla imha ederek yeniden bir büyüme döngüsü yaratmak şimdilik raftadır. Bunun yerine iklim sorunları öne sürülerek fosil yakıt temelli sanayiyi imha etmek daha insancıl gözükmüştür küresel egemenlere. Dolayısıyla, 2021 Haziran’ında İngiltere’de yapılan iklim sorunları ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı önlemlerin görüşüldüğü G7 toplantısında fosil yakıt kullanımına son verilecek, 2050’ye kadar atmosfere karbon gazı salınımı sonlandırılacak, iklim değişikliğinden etkilenen ülkelere yardım edilecek gibi kararlar aldılar. Kısacası bazı insanî gerekçeler öne sürülerek, “yeşil kapitalizm” dönemine geçiliyor. Yeşil Kapitalizm reformist solların üstüne iştahla atladığı yeni bir havuçtur. O yüzden Sovyetler sonrası özellikle batıda gelişen değerlere dayalı solculuklar bu trene atladı. Bu kararlarla zaten gelişmiş ülkelerin sahip olduğu yeni teknolojiler aracılığıyla küresel kapitalist hiyerarşinin alt basamaklarındakileri denetim altına almak, çeşitli projeler için dağıtılacak paralarla yeni bağımlılık ilişkileri yaratmak ve rakip ülkeler üzerinde üstünlük kurmak amaçlanıyordu. İşin bu kısmı kimi ideolojik merkezlerce görünmez kılınmak istendi. Fosil yakıt kullanımına son verilecek olması başta Rusya, Suudi Arabistan ve benzeri bir dizi petrol üreticisi ülkeyi de devre dışı bırakıyordu. Bugün Ukrayna işgali konusunda Suudilerin geleneksel hamisi ABD’den farklı tavır alması boşuna değildir. Türkiye’deki Cumhur İttifakı iktidarı da tıpkı Suudiler gibi Soğuk Savaş’tan alışık olduğumuz ve Mahirlerin “gizli işgal” diye ifade ettiği davranış kalıplarının dışına son dönemde çıkabilmektedir.

Tek kutupluluk “çözülüyor”

Günümüzün belli başlı bütün sorunları bir ucundan ABD-ÇHC arası gerilimlerle ilişkilidir. Dolayısıyla bu iki ülke arası çelişkinin, küresel siyasi konjonktürde belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Çin Halk Cumhuriyeti her ne kadar askerî güç bakımından ABD’nin gerisinde olsa da, ekonomik düzeyde bu ülkeyi yakalamış görünüyor. Dış politikada çatışmalara taraf olmama ve ülkelerin iç işlerine karışmama anlayışı doğrultusunda küresel etkisini arttırmaya çalışıyor. 2013’te başlattığı “Bir Kuşak ve Yol Projesi” bu politikaya dayalı bir uygulama olarak kabul edilmelidir. ABD daha çok Asya-Pasifik ülkeleriyle ikili ilişkiler üzerinden Çin’i kuşatmaya ve müttefiklerinin bu ülkeyle ticaretlerini sınırlandırmaya odaklanmış durumdadır, Avrupa’yı da bu yönde zorlama arayışındadır. Doğal olarak Rusya da küresel siyasetin bu temel belirleyenine uygun davranıyor ve Çin’e yakın duruyor. Son zamanlarda Rus liderliği ABD’nin iki ülkeyi kuşatmaya çalışmasını eleştiriyor, Çin ile aralarındaki dostluk ilişkisini vurguluyor ve açıktan Atlantikçi tek kutupluluğun bitmesi gerektiğini vurguluyorlar. Hindistan, Brezilya, Afrika kıtasının ve Latin Amerika’nın çoğu Atlantikçilerin bütün ahlakçı söylemi karşısında tek kutupluluğa mesafeli yaklaşmakta ve Çin’i eleştirmek ve Rusya’yı lanetlemek gibi toplara bilinçli bir biçimde girmemektedirler. Öyle ki bir anayasal darbeyle görevden uzaklaştırılan ve Avrasyacı sayılan İmran Han’ın yerine gelen Şahbaz Şerif hükümeti bile Ukrayna konusunda dahi Pakistan dış politikasını değiştirmemiştir. Başka örneklerde de geleneksel batı müttefiki yönetimler bile bu bölünmede soldaki kimi çevrelerden bile daha az kampçı davranmaktadır. İsrail hep önce kendi çıkarını gözetir yeni kurulan Netanyahu hükümetinin Putin’in etrafındaki kimi oligarklarla yakın ilişkileri biliniyor. Brezilya’da Amerikan merkezli Evanjelist topluluğa yakından bağlı Bolsonaro başkanken bile benzer bir biçimde bu ülke BM oylamalarında tarafsız kalmayı tercih etmiştir. Suudi Arabistan’ın denge gözeten tutumundan zaten bahsettik. Atlantikçilerin bahsetmeyi sevdiği ve bizim batıcılarımızın bir ahlaki kutup gibi gördüğü uluslararası toplum ABD, Kanada, Sırbistan ve Macaristan hariç Avrupa, Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Kore’ye daralmış gözükmektedir.

Ukrayna savaşında ABD-ÇHC çelişkisi ekseninde, ABD-İngiltere koalisyonu öncülüğündeki NATO ile Rusya karşı karşıyadır.  NATO 1949’da Sovyetlere karşı kurulmuş bir dış savunma örgütü değil, asıl olarak dünya halklarını ezmek, sömürmek ve devrimlerin önünü kesmek amacıyla ülkelerin içinden çalışan bir saldırı örgütüdür. SSCB dağıldığı halde NATO’nun misyonunu sürdürerek eski Sovyet topraklarına doğru genişlemeye devam etmesi, bu amacın somut ifadesidir. ABD’nin girişimleriyle bugüne dek, eskiden Varşova Paktı üyesi olan 14 ülke NATO’ya katılmıştır. Ukrayna’nın NATO’ya katılmak isteyişini saldırgan bir tutum olarak değil de “bir ülkenin kendi tercihi, kim ne karışır” diye değerlendirilemez. NATO destekli darbeler ve iç savaş çetelerine rağmen, ülkemizin son üç kuşak devrimcileri bu siyasi gerçekleri binlerce can bedeli ile dile getirmiştir. Bu geleneğin üzerinden atlayamayız. Rusya’nın Ukrayna’ya karşı askeri girişiminin bir işgal olduğunu açıkça tespit etmek halka doğruları anlatma sorumluluğumuzun bir gereğidir. NATO’culukla savaşmak sosyalizm kavgasında düşen tüm Türkiyeli devrimcilere karşı görevimizdir. Üstelik NATO üyesi bir ülkede iki taraf Türkiye işçi sınıfı için eşit tehlikeymiş gibi davranma sahtekârlığına başvuramayız.

ABD küresel hegemonyasını sürdürebilmek için bu amacına şu ya da bu yoldan ulaşmayı tekrar tekrar denemek zorundadır. Hiçbir küresel hegemon sessizce dünya sahnesinden çekip gitmemiştir. ABD’nin silahlanma harcamalarında açık ara dünya lideri olması boşa değildir. Genel durum açısından ABD ve NATO saldırı, Çin Halk Cumhuriyeti savunma pozisyonundadır. Atlantikçiler Çin Denizinde herhangi bir Halk Kurtuluş Donanması varlığına tahammül etmeyeceklerini açık ediyorlar. Sovyet mirası silah teknolojisi, doğal kaynakları ve nüfusuna dayanarak Rusya her milliyetçi güç gibi bölgesinin sınırlarını çizecek ölçüde saldırgan davranıyor. Bugün yaşanan gerilimlerin niteliğini belirleyen şey sadece farklı kapitalistler arası “paylaşım” amacı değil, toplumların nasıl yaşayacağına küresel ölçekte düzen verme çabalarıdır. Ekonomik, ideolojik, siyasi bakımdan dünyayı hegemonyası altında tutan ABD, kendisi için tehdit olarak gördüğü gelişmeleri bir kez daha etkisiz kılmaya çalışıyor. Geçmişte nasıl ki “özgürlük, insan hakları, demokrasi” ve benzeri siyasi gözükmeyen gerekçeler öne sürerek Kore, Vietnam, Afganistan, Irak gibi ülkelere saldırırken asılında küresel tehdit olarak gördüklerini köşeye sıkıştırarak hegemonyasını sürdürmeyi amaçlamışsa, bugün de bu başlıklara herkesin kolayca kabullenebileceği “iklim sorunları” gibi konu başlıklarını ekleyerek aynı davranışı gösteriyor.

Nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasından çekilen ve sürekli olarak NATO’yu güçlendirmeye çalışan ABD, dünyanın en tehlikeli saldırgan gücüdür. Fakat bu odağın ideolojik ajanları bu küresel sorunları basit bir otoriter sistemler demokratik sistemler ikilemine indirgeyerek kendilerini görünmez kılmaya çalışıyorlar. Kimi Türkiye gibi tarafsız olan kimileri Avrasyacı olan bu ülkelerdeki aydın takımı da kendi zümrelerinin sorununu başa yazdıklarından bu anlatıya inanmaya eğilimli oluyorlar. Neoliberal küreselleşme boyunca toplumları neredeyse beşte dördünün yoksullaşma şiddetine maruz kaldığı gerçeğinin bazen üstünden atlayıp bazen de kendi zümrelerinin sesinin kısılması sorununun altına yazıp temel mesele bir üst yapı konusu olan rejim sorunuymuş gibi siyaseti anlatmayı tercih ediyorlar. Politik ekonomiyi görünmez kılıp ancak kimi zaman akademik Marksist yorumlar için kenar süsü olarak kullanıyorlar. Kapitalizm demekten çekinmiyorlar, egemen sınıf terimi ise yokmuş gibi davranıyorlar.

Türkiye’de siyasi rejim sorunu

Komite başından itibaren Türkiye’deki rejim sorununu bir otoriterlik-demokrasi sorunu olarak değil neoliberal küreselleşmenin gereklilikleri doğrultusunda hızla değişen ve dönüşen ülkedeki kapitalist sistemin istikrarlı bir biçimde yönetilme sorunu olarak tanımladı. Türkiye’nin Rejim Meselesi broşüründe şöyle demiştik: “Bizler bu tartışmayı ‘yeni rejime dair ne diyeceğiz’ diye değil, hükmünü yeni bir rejim aracılığıyla sürdüren iktidar karşısındaki konumumuzu tespit etme ve mücadelemizi şekillendirme amacıyla yapıyoruz. Ne de olsa her politik dönemeçte siyasal strateji ve buna bağlı taktikleri yeniden üretmek gerekir. Sonuçta demokrasi ve diktatörlüğü -liberal olmadığımız için- kendi içinde değerler olarak değil, kapitalist toplumsal formasyonu idare etmenin biçimleri olarak görürüz.” Kısacası, AKP doksanlarda patlayan pislikten Kemal Derviş’in gösterdiği yolda ülkeyi çıkararak kimi zaman demokrat kimi zaman otoriter bir yordamla sermaye devletinin yürütme erki görevini yerine getirdi. Girişte bahsettiğimiz yeni dünyaya sosyal ve ekonomik olarak uyum sağlamışken, siyaseten bir türlü gereken dönüşümü gerçekleştiremeyen egemen sınıflara, dönemin iktidarı kaynaklı çalkantıları ve doğal felaketlerinden de faydalanıp iktidara gelerek, yararlı bir hizmet sundu. Son dönemde bu noktada sıkıntılar gözükmektedir. Saray iktidarı Türkiye’deki egemen odaklardan özerkleştikçe politik ve ekonomik çalkantılara yol açan kontrolsüz siyasetler benimsemektedir. Türkiye’de kapitalist devleti yönetecek, emekçilerden rıza devşirmeye muktedir, istikrarlı ve uyumlu bir yürütme erkinin yokluğu meselesi giderek daha görünür hale gelmekte ve çeşitli akut ekonomik, sosyal ve politik sorunlar üretmektedir. Bu durum da yürütme erkinin otoritesinin içinin boşluğunu halkın daha da fazla gözüne sokmaktadır, bu irili ufaklı daha fazla halk direnişini tetiklemektedir. Bu yüzden son dönemde hükümetin popülist bir biçimde halkın gönlünü çelecek kimi tavizler verdiğini de görüyoruz, ama öte yandan kapasitesine bakmaksızın baskıcılığını da arttırmaya çalışmaktadır. Böylece egemenler açısından Saray iktidarı giderek bir yük halini almaktadır.

İktidar rıza üretmede zorlanıyor

İktidar rıza üretme kapasitesini kaybettikçe ne yapacağını daha fazla bilemez hale geliyor, bir bakıyorsunuz reformdan bahsediyor, bir bakmışsınız muhalif kesimlere dönüp sopanın ucunu gösteriyor. Fakat asıl önemlisi büyük sermaye kesiminin temsilcilerinin giderek daha yüksek sesle iktidarın bu kararsız ve zayıf tutumuna karşı eleştirel tutumlarını dile getirdiklerini duyuyoruz. Sokaktaki büyüsünü kaybeden Reis, sözcüsü olduğu iktidar birlikteliğini bir arada tutmakta zorlanıyor. Bu durum büyük basının içinde bulunduğu durumdan dolayı çok faş olmasa da dünyada herkesin bildiği bir sır olarak ortadadır. Bu noktada bir yandan Reis’in Devlet Bahçeli şahsında simgelenen güçlere mecburcu olduğu, diğer yandan da bunları daha önce liberallere ve FETÖ’ye yaptığı gibi sırtından atmak üzere fırsat kolladığı dile getirilmektedir. Yürütme yetkisini egemenliğin tek meşru temsilcisi gibi gören, bugünkü ucube anayasasızlık halinde seçim kazanmasının zor olduğunu bilen iktidar gücünü kaybetmemek için her şeyi yapar ama bir şeyler yapma kapasitesi ziyadesiyle azalmıştır. Bunun örneklerini son dönemde yeterince gördük. Erdoğan herkesle konuşur ama başkalarının şeytanlaştırmaya çalıştığı kesimlere yönelmesini onlarla konuşmasını engelleyebilecek kadar güçlüdür. Eski Türkiye’nin normları ona işlemez ama bu normlar onu yerinden etmek isteyenler için bağlayıcıdır. Tam da bu yüzden Erdoğan “reis”tir, milletin diğer siyasetçilerini bağlayan bağlar o bizzat milletin kendisini temsil ettiğini hala iddia edebildiği için onu bağlamaz.

Sermaye sınıfının ve onu kollayan devletin meşruiyet sorununu farklı rejim tipleri üzerinden çözmeye çalıştığını, 15 Temmuz’da ayyuka çıkan politik sorunun Erdoğan’ın kendi etrafında kontrgerilla temelli bir konsolidasyonla çözme önerisiyle aşılmaya çalışıldığını ama alternatifsiz kalmak istemeyen sermaye sınıfının Millet İttifakı’nda bir yeni seçenek aradığını daha önceki yazılarımızda öne sürmüştük. Reis pozisyonuna çıkıp siyaseti arkasında bırakmak isteyen Erdoğan belki de dünya nimetine normal bir siyasetçiden daha fazla bağlı olduğu için bunu başaramadı. Bugün içinde bulunduğumuz duruma geldik: seçim kapıda; Erdoğan’ın büyük avantajları ve önemli çıkmazları var. Sonuçta sermaye düzeni sürekliliği için kimi durumlarda ve kısa vadede zora dayansa da esas olarak rızaya ihtiyaç duyar. Unutulmaması gereken nokta bu zaaf ve politik çalkantıların altında yatan yapısal sıkıntıların varlığı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel olarak biriktirdiği siyasi cüruftur. Bu yüzden daha önce bir yazıda “Yeni rejim, Erdoğan’ın kafasından çıkmadı, gerici Cumhuriyetin rahminde büyüdü ve yine onun belirleyicisi olduğu bir konjonktürde dünyaya geldi” demiştik. Dolayısıyla Cumhur ve Millet İttifakları aynı temelden yükselen ve topluma temelde aynı projeyi vaat eden iki güçtür. O yüzden yani bu iki seçenek son tahlilde egemen sınıf açısından farksız oldukları için ve böyle kaldıkları ölçüde seçim hala her iki yöne de gidebilir. Erdoğan kesin giderciler hayal âlemindedir, Erdoğan kaybedeceği seçimi yapmaz diyenler ise önyargılarını siyasal olguların önüne koymaktadır. Fakat nihayet her iki durum sonucunda ortaya çıkacak politika yukarıda belirttiğimiz gibi aynıdır. Farklı şekillerde söylense de bu politikanın özeti Türkiye’yi Çin yapmaktır. İktidar kanadı adıyla sanıyla bu politikayı izleyeceğini duyururken, düzen muhalefeti kanadı Türkiye’yi Avrupa’nın lojistik merkezi yapacağız diye süslü bir slogan kullanıyor. Bunun finansmanı için parayı da bu aralar Londra’da arıyor.

Egemenlerin Türkiye’yi Çin yapma hayali

Türkiye’yi Çin yapmak ne demektir? Tek kutupluluğun zayıflamasıyla ortaya çıkan belirsiz ortamda küresel tedarik zincirlerinin Atlantikçi ve Avrasyacı kampların ulusal güvenlik politikaları nedeniyle kısalmasından kâr etmek üzere Türkiye işçi sınıfını daha düşük ücretle, güvencesiz bir biçimde, ölümle burun buruna çalışmaya daha fazla itmek demektir. Kentlerimizin hastalıklı ve tehlikeli bir ur gibi büyümeye devam etmesi, tarım alanlarımızın taş ocakları, madenler ve OSB’ler için yok edilmesi, yoksulların zehirli su ve gıdaya mahkûm edilmesi demektir. Yurttaşın yüzde sekseni için 300 dolar asgari ücret cenderesi, buna itiraz edenler için de modern hapishane kompleksleri demektir.  Bu politika ne kadar ambalajlanırsa ambalajlansın, küresel işbölümündeki yeri düşünüldüğünde Türkiye’nin ancak düşük katma değerli sektörlerde bunu başarabileceği ortadadır ama kâr oranlarına yarayacağı için sermayedar sınıfının ve egemenlerin bu sürekli yoksulluk hali umurunda olmaz. Bunlar, halkımızın kanını, toprağını, doğasını küresel sermaye birikim rejiminin gerekleri doğrultusunda peşkeş çekmekten bir an bile geri durmazlar. Bu ucube kentleşme politikasını aynen sürdürüp şehirlerimiz borçla köleleştirilmiş ucuz ve güvencesiz bir emek gücünün yuvası haline getirirler. Gençlerimiz de teselliyi metamfetaminde aramaya giderek daha çok yönelir.

Yanlış anlaşılmasın bu seçim döneminde kim iktidar olursa olsun fark etmez demiyoruz. Bu siyasi şuursuzluk olurdu. Kuşkusuz yirmi yılda iktidara iyice yerleşen bir kadroyu iktidardan uzaklaştırmak sosyalistlere daha fazla ajitasyon ve propaganda imkanı sağlayacağı gibi ezilen ve emekçilerin de bir süre rahatlamasını sağlar, şovenizme karşı mücadele politikamızın ana unsuru olan Kürt Özgürlük Hareketiyle dayanışma içinde olma tavrımız açısından da Cumhur İttifakı’nın yenilmesi olumludur. Ama halka gerçekleri açıklamak görevimizdir. İktidara gelecek olan düzenin bir başka kanadıysa bu geçici avantajların, hele de bunlardan hakkıyla yararlanılmazsa, son tahlilde bir işe yaramayacağı ortadadır. Peki, sol bu geçiş dönemini gerektiği gibi değerlendirebilir mi? Durum parlak görünmüyor. Tespitimiz şudur: Güçsüzüz ve bu aslında sayımızın azlığından değil, var olan örgütlülüklerin izlediği siyasetlerden kaynaklanır. Ülkede madenlerde, OSB’lerde, AVM’lerde, fabrikalarda, ulaşım hatlarında, köy ve kentlerde talan edilen yaşam alanlarında, işçi-işsiz, genç-yaşlı, kadın-erkek tüm ezilen ve sömürülenler; somut çıkarlarını savunmak için bugün belki eskisinden daha fazla direniyor. Ancak ortada bir gerçek var ki, sol uzun zamandan beri bu direnişlere adeta karşı kıyıdan bakıyor ve onlara seslenmekle yetiniyor. Bu mücadelelerle sahici bir dayanışma ilişkisi kurmaya çabalamıyor. Sosyalist yaftasını yakasına asmanın kendini bütün bu zahmetli çabalara girmeden bu mücadelelerin temsilcisi haline getirdiğini sanıyor. İşyerleri, okullar, medya, birçok ev ve genel olarak günlük hayat hapishaneden farksız. Sosyalist sol bu kitlelerle kendini yeniden üretebilecek ilişkiler kuramama sorununu aşamıyor. Hatta böyle bir sorunun varlığının da farkında değil.

Seçime giderken sol/sosyalistler

Sol/sosyalizm/devrim adına seçimden seçime ortaya çıkıp cılız bir propaganda faaliyetinden ibaret işlerle uğraşmak belki bunu yapanların vicdanını rahatlatıyor ama zannettiklerinin tersine güçsüzlüklerini arttırmaktan öte sonuç doğurmuyor. Ezilenler ve sömürülenler, mücadelelerinde yanlarında görmediklerinin sözünü duymuyor, dinlemiyor ve farkına varsa bile güvenmiyor. Milliyetçi muhafazakâr bir siyasal cendereye mahkûm edilmiş emekçi sınıfların her seçimde tekrarlandığı gibi sağın içinde sosyal adaletçi vurgular yapan akımlar aracılığıyla kapitalist devlete yeniden yedeklenmesi döngüsünü bu topraklarda sadece proletarya devrimciliği kırar, ana akım siyasi partilerden birine yanlamak kıramaz. Hayatın içinde gerçek bir zemin ve güç oluşturmadan seçimleri propaganda olanağı gibi kullanmaya çalışmak, burjuvazinin seçim oyununa figüran olmaktan başka bir anlam taşımaz. Bu da niyetlerden bağımsız olarak, bizleri devrimci hedeflerden uzaklaştırır. Egemen sınıf içindeki seçeneklerin kavgalarında birinden yana ortak olmak ile egemen sınıfa karşı devrim kavgası karıştırılamaz. Bu yüzden ortaya çıkan soldan seçim ittifaklarının ne düşmanı olduk, ne de yancısı. Evet, her tür siyasal kavga bizi ilgilendirir, HDP ile daha önceki seçim dönemlerinde geliştirdiğimiz dayanışma ilişkisini önemsiyoruz ve devrimciler güçleri oranında her türlü kavgaya müdahale etmeye, etkilemeye çalışır ama bu öz güçle ve bağımsız duruşla yapılır ve mutlaka egemenlerin o ya da bu fraksiyonunun etkisinden emekçilerin, ezilenlerin kurtarılması hedeflenir. Seçim kampanyaları esnasında reformist, oportünist kesimler bol keseden atılmış devrim, sosyalizm, antiemperyalizm sözcükleriyle ambalajlı propagandalarıyla sanki somut kitlesel mücadeleler içindelermiş gibi yapıp, işçi sınıfını, emekçi halkı ama en başta kendi çevrelerini aldatmaya çalışıyor. Devrimcilik ise seçim sürecinde her türden burjuvazi hilesinin teşhiri, halka söylenen her türlü yalanın açığa çıkarılması ve amansız bir sınıf savaşımını içerir; seçimlerde egemen sınıfın bir kesiminin zaferi gerçekleşirse her şeyin çok güzel olacağı yalanına ortak olunmasını içermez.

Proleter devrimcilik görevlerimiz

Sermayedar sınıfı ve onun siyasi temsilcilerinin toplumsal isyanın önüne geçmek programının karşısında olan proletarya ve müttefiklerinin görevi sahiden isyanın önüne geçip ona yol açmak, önderlik etmektir. Son on, on iki yıldır işçi hareketi zemininden fışkıran direnme eğilimini yaygınlaştırmak, bu eğilimle, birleşik örgütlenme ve mücadele zeminleri yaratarak bu çabalarla daha fazla buluşmak gerekir.  Anadolu’nun dört bir yanına yayılmış sanayi bölgelerinde maden bölgelerinde köklenmek, doğanın metalaştırılmasına ve en kan emici biçimiyle gerçekleşen emek sömürüsüne karşı örgütlenmek tek yoldur. Bu yapılmadan Ankara’nın at pazarlığı siyasetinde yer kapmaya çabalamanın da anlamı olmaz. Egemenlerin ezilen ve emekçi halkımızı, bu seferkinin o kadar uzun süreceğini sanmasak da, bir yirmi yıl daha rıza devşirerek güdeceği bir düzeni kolayca kurgulamasına izin vermeyelim. Yeni oyun kurulurken köşemizde oturup seyretmeyelim, düzenin bizi sıkıştırmak istediği sembolik muhalefet mekânlarının dışına çıkmaya cüret edip sanayi ve maden hazalarında, metropollerin çöküntü bölgelerinde, neoliberal küreselleşme gerçeğinin çölünde köklenip örgütlenelim. Önümüzdeki süreçte “Türkiye’yi Çin Yaptırmayacağız!” şiarını yükseltmeden egemen sınıf kuyrukçuluğundan kurtulamayız.

Bizim görevimiz faşizm geliyor tantanasıyla ortalığı ayağa kaldırmak değil, örgütleri iğdiş edilen, haysiyetleri kırılmak istenen, her türden gericilikle çevrilen ezilenleri ve emekçileri zincirlerini kırmaya sevk etmektir.

Politik hedefimiz Erdoğan rejimidir ama bunu cumhuriyeti ya da onun şu ya da bu yönünü kurtarmak için yapmıyoruz. Devrimciler, Saray’ı birileri devirsin bizim ayağımıza taş değmesin korkaklığıyla hareket edemez, şovenizmle, mezhepçilikle, halk düşmanlığıyla mücadeleden geri duramaz. Bizim yakın dönemli siyasi hedefimiz Cumhur İttifakı iktidarından kurtulmak ama sermaye sınıfının düzen içi alternatifine solu yedekleme tezgâhına da çomak sokmaktır. İşçi eylem ve direnişlerinin kendi toplumsal ve politik mecrasında akmasını sağlamak, doğanın metalaşmasına karşı gerçek mücadelelerin örgütlenmesini kolaylaştırmak, baskıdan, şiddetten, geleceksizlikten güvencesizlikten bunalan kadınların ve gençlerin mücadeleleriyle buluşmak, Kürt halkının, Alevilerin statü temelli talepleri ile devlet terörü, mezhepçilik ve şovenizme karşı demokrasi mücadelelerini desteklemek ve tüm bunların herhangi bir biçimde düzen muhalefetinin iktidar hesaplarına yancı yapılmasına itiraz etmek, mümkünse buna müsaade etmemek bizlerin görevidir. Aynı zamanda işçi sınıfının bir parçası olan ve yurt çapında emek sömürüsünü en derin şekilde yaşayan göçmenlerin devlet ve muhalefet tarafından farklı veçhelerle pompalanan ırkçılık,  ayrımcılık ve ötekileştirme politikalarına karşı güçlendirilmesi, eşitlik ve dayanışma temelinde ilişki kurulması, birlikte örgütlenme yaptığımız Türkiyeli işçilere düşmanın göçmenler değil devletler olduğunun anlatılması, göçmen işçilerin özgün durumlarının gerektirdiği özgün örgütlenme biçimleri üzerine çalışılması bizlerin görevidir.

Özellikle emekçilerin direnişi kuşkusuz esas olarak maddi talepler etrafında gelişiyor, onlara düzen muhalefeti iktidara gelirse de Türkiye’yi Çin yapma hedefinin değişmeyeceğini anlatmak, hele de emperyalist merkezin saldırganlığının ve potansiyel rakiplerini çerçeveleme çabasının arttığı bu günlerde NATO’ya selam çakma sırasına giren bu muhalefet bloğunun önderlerinin başka bir tercihte bulunamayacağını göstermek bizim görevimizdir. Emekçilerin talepleri bu görevler hakkıyla yerine getirilmeden siyasallaşmaz. Düzen muhalefetinin yeni Türkiye’sinde de Özilhan köşkünün önünde anayasal özgürlükler yine biter, tersaneler, antrepolar, maden havzaları ve OSB’lerde işçinin, emekçinin kanıyla dönen çarklar işlemeye devam eder. Kurtuluşumuz ancak kendi eserimiz olabilir. Bu bilinci tüm proleter zeminlerde yaymaya odaklanalım, emekçilerin ve ezilenlerin sıradaki eylem ve direnişlerine hazırlanalım.

Zafer Direnen Emekçinin Olacak.