Komite Dergisi olarak son bir iki yılda iyice görünür olan bir biçimde doksanların başında ortaya çıkan tek kutuplu dünya düzeninin gerilediğine vurgu yapıyoruz. Bu düzen bizzat kendi politik iktisadi dinamikleri üzerinden bugününü hazırlamıştır. Sonu gelmez bir kârlılık arayışı üzerinden şekillenen bu durum, neoliberal küreselleşmenin yarattığı uluslararası yedek iş gücü ordusu ve imalat sanayini küresel tedarik zincirleri aracılığıyla Güney Doğu Asya’dan başlayıp tüm dünyaya yayılan küresel fabrika sayesinde tetiklenen dibe doğru yarış sonucu geniş emekçi yığınlar aleyhine, küçük bir azınlık lehine, tarihte eşi az görülmüş bir refah eşitsizliği yarattı. Bu eşitsizlik Keynesçi refah devletleri döneminden alışık olduğumuz metropol ülkeler ile bağımlı çevre ülkeler arasındaki bir kalkınma farkından öte bir durumdu. Bir yandan devlet kapasitesini kaybetmiş çöküntü bölgeleri (mesela Libya), diğer yandan küresel kuzeyin kalbinde de sanayisizleşmiş hayalet kasabalar ve derin yoksulluk örüntüleri oluşuyor, önemli finansal merkezler ve imalat sanayi odakları olan küresel güneyde de ekolojik yıkım ve dipsiz yoksulluk görüntüleri ortaya çıkabiliyordu. Fakat bununla birlikte Mao’nun ölümünün ardından yeni ve piyasa dostu bir kalkınmacı politika geliştiren Çin Halk Cumhuriyeti’nin de önü açılmış oldu. Böylece 2008 finansal çöküşünün de gösterdiği mali istikrarsızlık ve yaygın durgunluk ortamında Çin Halk Cumhuriyeti giderek daha fazla bir rakip küresel ekonomik güç olarak temayüz etti. Üstelik Xi liderliğinde girişilen Kuşak Yol projesi de, Huawei benzeri markalar da Çin’in basitçe bir imalat odağı olmaktan Atlantikçi tek kutuplulukla iktisaden mücadele edebilecek bir siyasi ve ekonomik güce dönüştüğünü gösteriyordu.
Bu yeni dönemde yükselen tek güç Çin Halk Cumhuriyeti değildir. Hindistan benzer bir gelişme çizgisindedir ve ABD’nin Çin’i çerçevelemek amacıyla özel önem verdiği bir ülkedir. Bununla birlikte Hindistan gibi bir ülkeyle ABD, Soğuk Savaşta Almanya ya da Japonya ile kurduğuna benzer bir ilişki kurmayı şimdilik becerememiş gözükmektedir. Çin ile jeopolitik sorunları olmakla birlikte Hindistan şimdilik seçeneklerini açık tutacak şekilde tarafsız kalmayı tercih ediyor gibi. Bu siyasi tutum özellikle Rusya’nın Ukrayna işgali esnasında ayyuka çıkmıştır. Hindistan BM oylamaları, yaptırımlar, ambargolar gibi konularda tarafsız kaldığı gibi, ortaya çıkan ticari fırsatlardan yararlanmaktan çekinmemiş ve ucuz Rus enerjisine ve diğer ihracat mallarına bu dönemde sıkça talip olmuştur. Açıkçası Ukrayna işgaline dair İngilizce objektif haber ve yorum dinlemek isteyenler en sık Hint kaynaklarına başvurmaktalar. Hindistan’ın bu durumu kendi bağımsızlık mücadelesinden gelen siyasi tutumunun ve Soğuk Savaş süresince buradan hareketle oluşturduğu bağlantısızlık anlayışının sonucudur. Ama aynı zamanda bu konuyla ilgili, insanların sıklıkla unutmayacağı tercih ettiği başka bir gerçek ise Almanya ve Japonya’nın işgal altında ülkeler olduğudur.
İkinci Dünya Savaşından yenilerek çıkan her iki ülkenin de anayasasını ABD yazmış, temel siyasi kurumlarını, mesela her iki ülkedeki temel iktidar partilerini yani Almanya’da Hıristiyan Birlik partilerini, Japonya’da Liberal Demokrat Parti’yi, ABD oluşturmuştur. Bugün her iki ülkede devasa ABD üsleri varlığını sürdürmekte, bu ülkelerin toplam askeri varlığı kadar askeri varlık sadece bu üslerde konuşlanmış bulunmaktadır. Yazının sonunda değineceğimiz Avrupa’nın bugünkü halini anlamak açısından Almanya’nın bu durumu özellikle akılda tutulmalıdır. ABD Soğuk Savaşa işgal altında tuttuğu ve ekonomilerinin gelişmesi için özellikle uğraştığı bu iki müttefikle eşit bir ilişki kurmadan onları uslu köpekler gibi Atlantik İttifakında tutarak girmiştir. Zaten Almanya’nın bölünmesinin nedeni Sovyetlerin Avusturya ve İsviçre gibi Almanya’nın da tarafsız olması talebini ABD’nin ısrarla reddetmesidir. Bunun sonucunda Sovyet işgal bölgesi Demokratik Alman Cumhuriyeti olmuştur.
Aslına bakılırsa, tıpkı Hindistan gibi, pek çok ülkenin bu son on yılı Atlantikçi kutbun hegemonya kaybını izleyerek ve bundan çıkar sağlamaya çalışarak geçirdiğini tespit etmek gerekir. Bu durum Rusya’nın Ukrayna işgali sırasında özellikle göze çarpmıştır. Bu dönemde yapılan Rusya’yı mahkûm etmeye dönük BM oylamalarında ABD, Kanada, Sırbistan ve Macaristan dışında Avrupa, Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Kore ve Japonya dışında hiçbir ülke istikrarlı bir biçimde Rus karşıtı tutum almamıştır. Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, Mısır gibi bölgeleri için önemli sayılan ülkeler dışında Suudi Arabistan, Pakistan, İsrail ve Brezilya gibi aynı sıklette ve pekâlâ Atlantikçi sayılabilecek ülkeler dahi “uluslararası toplumun” tüm baskılarına rağmen tarafsız gözükmeyi tercih etmiştir. Türkiye’nin de Cumhur İttifakı iktidarı döneminde benzer bir tavır içinde olduğunu biliyoruz. Bu ülkelerin hepsi bu durumdan o ya da bu ölçüde kârlı çıkmıştır.
Avrupa bahsine de tam da bu noktada geliyoruz. Söz konusu gerilemenin esas kaybedeni Atlantikçi İttifakın bütünü değil de Avrupa deyince ilk akla gelen merkez ülkeler gibi gözükmektedir. Bu durum da özellikle Rusya’nın Ukrayna işgalinin sosyoekonomik sonuçları üzerinden gözükmektedir. Ucuz Rus enerjisine dayalı Alman sanayi ve gene bu ucuz enerjiye dayalı İtalya, Almanya ve benzeri ülkelerin yurttaşlarının refahı tehlikede gözükmektedir. Üstelik Doğu Avrupa’da bir yandan Macaristan tarafsız bir tutumu AB’nin bütünü ile neredeyse dalga geçerek sürdürürken, Polonya ve Baltık devletleri ABD ile yakın ve ayrıcalıklı ilişkileri üzerinden AB’nin motor ülkelerine ayar vererek Rusya ile hasımlığın derecesinin düşürülmesine izin vermemektedir. Almanya Fransa ekseninin hegemonik olduğu bir Avrupa görüntüsünden ziyade kaos içinde bir Avrupa görüntüsü vardır. Üstelik Rusya’ya yönelik yaptırımlar hem Almanya’yı sanayideki rekabetçi konumunu kaybetmekle tehdit ederken hem de bu yaptırımların Rusya kadar bu Avrupa ülkelerini vurması, yukarıda bahsettiğimiz tarafsız ülkeleri küresel rekabette daha da avantajlı hale getirmektedir. ABD’nin son Ukraynalıya kadar savaşacağı ve böylece kendine bedelsiz ama Avrupa’ya pahalı bir biçimde Rusya’yı kanatacağı bir siyaset, Obama döneminden beri dile getirilen Asya Pasifik bölgesine yönelme ve AUKUS gibi ittifaklar da düşünülürse daha anlaşılır olur. On dokuz ve yirminci asrın büyük gücü Avrupa’yı şimdi karanlık bir kış bekler gözükmektedir.
Bunun bizim için ne önemi var denebilir, bu durumun olası jeopolitik sonuçlarının ve bunların çalkantılarının yanı sıra unutmamak gerekir ki bizdeki ilerici aydınların önemli bir kısmının ideolojik kutbu muhayyel bir Avrupalı değerler anlatısıdır. Pek çok “solcu” mültecimiz Avrupa’da yaşamayı tercih etmiştir, hâlâ da ederler. Avrupa’nın sarsılması bunların bir kısmını daha müfrit ama demokratik değerler söylemiyle süslü bir jargonun gizlediği daha az Amerikalı gözüken bir Atlantikçiliğe yöneltebilir. Bu durumun sola hatalı ideolojik etkileri olabileceğini yaşayarak gördüğümüz yeterince deneyimimiz var. Avrasyacılık ya da otoriterlik korkuluğuyla veya demokratik devrim söylemleriyle Atlantikçiliğin yörüngesinde dolaşmaya mahkûm kalmayalım.
*Bu yazı Komite Dergisi’nin Aralık 2022 tarihli 32. sayısında yayınlanmıştır.