2025: Dünya, Türkiye ve Proletarya Devrimciliği

Karşı devrimler zamanının şahikasına vardık. Dünyanın neresine bakarsak bakalım aşırı sağın güçlendiğini, sol ya da sola benzer hareketlerin daralmayla, zayıflamayla karşı karşıya olduğunu görüyoruz. Oysa Birinci Dünya Savaşı ile başlayan pek çok insani felakete tanıklık eden kısa yirminci asır bir devrimler çağıydı. Ekim Devrimine tanıklık ettiği gibi önce kolonyalizmin sonra emperyalizmin yarattığı esir dünyanın uyanışına da tanıklık etti. Dönemin sonuna doğru bu hamle kimi kazanımları da içerecek şekilde emperyalist kapitalist sistem içinde stabilize edildi. Devamında ise Rus elitlerinin ideolojik canlılığı sönmüş Sovyet rejimini dağıtmasıyla bu süreç sona ermiş oldu. Doksanlı yıllardan itibaren girilen yeni dönem neoliberal küreselleşme sürecinin kolaylaştırıcılığında büyük oranda bir karşı devrimler dönemi olarak yaşanmıştır. Bu noktada pek çok örnek olsa da dönemin karşı devrimci karakterinin en sembolik örneği Oslo Barış Süreciyle emperyalistler tarafından soğurularak sönümlendirilmeye çalışılan Filistin davasıdır denebilir.

Böyle bir dönemde emperyalizmi o ya da bu ülkenin bir özelliği olarak gören anlayışla mesafelenmek daha da önemlidir. Emperyalizmi tam da kuramda anlatıldığı şekliyle kapitalizmin ileri bir aşaması, tüm dünyayı biçimlendiren hiyerarşik bir düzen olarak görmek gerekir. Zincirin en tepesinde ABD’nin askeri gücüne dayalı olarak kolektif Batı vardır. Türkiye ise emperyalist sisteme sıkı sıkıya bağlı, bu zincirin ortalarında yer alan, üste çıkma iradesi güçlü, bu yüzden zaman zaman bölgesel güç gibi davranmaya yeltenen, bunda son zamanlarda kısmen de başarılı olan bir devlettir.

Yirminci asır ona yön veren devrimci atılımların kazanımlarının da etkisiyle oluşan politik düzende alt sınıflarının politik hak ve temsiliyetine dair kimi düzenlemeleri de içeriyordu. Son yıllarda tanık olduğumuz siyasi gelişmeler saldırganlaşan emperyalist merkezin tüm bunların tasfiyesine dönük bir hamle içinde olduğunu karşı konulmaz bir biçimde ortaya konmaktadır. Yeni seçilen ABD başkanı tıpkı emperyalist paylaşım savaşlarının hemen öncesinde olduğu gibi dünyanın sınırlarını kendilerine göre yeniden çizmekten bahsetmektedir. Tek kutuplu dönem başlarken tanık olduğumuz Yugoslavya’nın dağılması benzeri dönüşümler daha sık yaşanacağa benzemektedir.

Peki, emperyalist merkez niye saldırganlaşıyor? Doğası budur denebilir, fakat bu tarihsel materyalist perspektiften bir açıklama olmaz. Neoliberal küreselleşme, kapitalizme içkin kâr oranlarının düşme eğilimi karşısında yeni teknoloji ortaya koyamayan emperyalist merkezin imalat sanayini küresel tedarik zincirleri yoluyla işçi mücadelesi geleneği zayıf ama kırsal nüfusu yoğun coğrafyalara yayma ve böylece üretim maliyetlerini düşürüp kâr oranlarını arttırma arayışı ile tanımlanır. İmalat sanayini bu biçimde küreselleştirmek tüm dünya nüfusunu rezerv emek ordusu haline getirip ücretleri baskılarken, sanayi yatırımları çekmek için birbiriyle rekabet eden, politik bağımsızlığı olsa da iktisadi gücü zayıf “yeni sömürgeleri” birbiriyle rekabete sokup hem doğalarını, hem de henüz metalaşmamış toplumsallıklarını kapitalist sömürüye açar. Buna üretim maliyetlerini düşürmenin dayattığı kötü çalışma koşulları dolayısıyla iş cinayetleri ve meslek hastalıklarının artması da dahildir.

Nitekim bu avantajla pek çok coğrafyada politik gücü ve devlet kapasitesi zayıf “yeni sömürgeleri” yeni moda ettikleri siyaset bilimi kavramlarından biriyle başarısız devlet haline getiren, dolayısıyla buraların politik bağımsızlığını da anlamsızlaştıran emperyalist merkez, siyasi yapısı, insan kaynağı daha muhkem, bölgesel güç sayılabilecek ülkelerin ise kendilerine yönelen imalat sanayi kapasitesiyle güçlenmelerinin de önünü istemeden açmıştır. Çin Halk Cumhuriyeti ve Hindistan gibi örnekler bu noktada ilk akla gelenlerdir ama benzeri olmayan nüfus oranları olan bu ülkelerden ziyade Türkiye ve benzeri boyutta ülkeler de unutulmamalıdır. Bugünlerde Sahra altı Afrika’nın kuzeyinden Akdeniz’e uzanan bölgede Fransa gibi eski bir kolonyal devlet gerilerken Birleşik Arap Emirlikleri ve Türkiye öne çıkmaktadır. Bu ülkelerin politik bağımsızlıkları, sermaye kaynakları ya da demografik kaynakları ve askeri kapasiteleri sayesinde Çin Halk Cumhuriyeti ve Hindistan kadar olmasa da bunlar gibi ağırlık arttırdığı unutulmamalıdır. Bunların irilerinin aralarında BRICS diye bildiğimiz işbirliğini geliştirmesi ardından bunu BAE ve benzeri ülkelere açmaları, ayrıca BRICS’in askeri bakımdan, Brezilya hariç, eski Sovyet silah platformlarına dayalı ordularının olması, özellikle son beş yılda emperyalist merkezi oluşturan kolektif Batının bir hegemonya krizi yaşamasında önemli rol oynamıştır.

Kısacası saldırganlığın nedeni hegemonya krizidir. Neoliberal küreselleşme bölgesel aktörleri güçlendirmiş, bunların en önemlileri arasındaki işbirliği, bu işbirliğinin dağıtılması ve bu bölgesel aktörlerden en tehditkâr bulunanlarının son dönemdeki kazançlarının geri alınarak geriletilmesi stratejisinin benimsenmesine yol açmıştır. Bu saldırganlığı da Ukrayna’da, Gazze’de görüyoruz; Suriye’de bir Rus, İran zaferi anlamına gelecek sonucun tersine çevrilmesi için gerçekleştirilen askeri operasyonlarda görüyoruz; Çin Halk Cumhuriyetini çerçevelemek için gerçekleştirilen AUKUS gibi yeni ittifak dizilimlerinde, Romanya, Moldova ve Gürcistan’da liberal demokrasi görüntüsünü sürdürmeye bile çalışmayan siyasi müdahalelerde görüyoruz. En son Trump’ın Panama Kanalı, Grönland ve Kanada’yı ilhak etmekten açıkça bahsetmesinde görüyoruz. Saldırganlık artık kendi Batılı ortaklarını yeme noktasına gelmiştir ki Ukrayna savaşının Avrupa’yı fakirleştiriyor olmasını Biden da umursamıyordu.

Emperyalist merkez bütün dünyaya ‘tarafını seç, ya bizdensen ya da karşımızdasın’ resti çekmektedir. Bunu şimdi yapıyorlar çünkü hâlâ emperyalist zincirin tepesinde ve dokunulmazlar. Bölgesel güç diye ifade ettiğimiz Türkiye dahil tarihsel olarak Batı bloğunun parçası olan ülkeler en fazla bizde popüler kültürde “Haddini bilen çakal” diye ifade edilen düzeyde bağımsız hareket edebilir. ABD her ne kadar hegemonya krizi yaşasa da bu türden ülkelerin tasmasını kısaltıp esas tehdit olarak gördüğü bloğa karşı hizaya sokma kapasitesine haizdir. Herhalde Suriye’deki gelişmelerde ve İran’a karşı oluşturulacak ittifakta bunun yansımaları yakın zamanda görülecektir.

Tüm bu stratejik gelişmeler hafife alınıp ‘Trump’tır konuşur öyle’ denilerek basit bir hamle gibi değerlendirilemez. Ana akım diplomasi kuramında var olan siyasi sınırlardan memnun güçlere anti-revizyonist, bunların değişmesini isteyen güçlere ise revizyonist adı verilir. Hegemonik güçler genelde anti-revizyonisttir, zira statüko hegemonyalarını kurmuş ve korumuştur, yükselen güçler ise yayılmacı oldukları için revizyonist olur. Bugün ilginç bir biçimde yükselen güç, Çin Halk Cumhuriyeti bütünüyle anti-revizyonisttir. Neo liberal küreselleşme döneminde elde ettiği iktisadi avantajların devamı için, Ukrayna işgali, İran’a saldırı gibi konularda yakın işbirliği içinde olduğu ülkelerle görünür bir dayanışma göstermemiş Uygur Cihatçıların varlığına rağmen Suriye meselesinden uzak durmuştur. Tayvan konusunda zaten ABD ile anlaşmaları ile yarım yüzyıldır güvence altına alınmış durum Tayvanın bağımsız bir ülke olmadığı ve iki Çin’in barışçıl bir biçimde birleşmesidir. Yine bu dönemde Afyon Savaşları sonrası kaybettiği Hong Kong ve Macao’yu geri alan Çin Halk Cumhuriyeti iç savaş sonunda kaybettiği Tayvanla yeniden birleşmek için de bir asır bekleme sabrına sahip olduğunu bu konudaki adımlarında göstermektedir.

Yine de Çin Halk Cumhuriyetinin anti-revizyonist ve aşağıdan alan tutumu kısa vadede değişebilir. Nitekim Xi geçenlerde Boeing, Lockheed Martin ve Raytheon gibi Amerikan silah tekellerine yaptırım kararı aldı. Çin Halk Cumhuriyeti ile iş yapan hiçbir şirket bu Amerikan firmalarına mal ve hammadde satamayacak. ABD ise var olan jeopolitik durumda bu yükselen güçlerle baş edemeyeceğini düşünüyor olmalı ki arka bahçesi saydığı Batı yarımkürede sınır değişiklikleri istemektedir. Bu bağlamda kartellerle mücadele kisvesi altında ilerici bir hükümetin başta olduğu Meksika’ya müdahaleden de bahsedilmekte ve tabii ki Orta Doğu’da da on dokuzuncu asrın sömürgecilerinin cetvelle çizdiği sınırların yeniden çizilmesi de gündeme gelmektedir. Tüm bunlar bölgesel savaşları tetikleyecek ve küresel gerginliği yükseltecektir.

Bu tespitlerin en genel bağlamda anlamı şudur: Çin’in kısa vadede emperyalist bloğu tekrar Birinci Dünya Savaşının öncesinin emperyalistler arası rekabet dönemine döndürecek alternatif bir emperyalist merkez olabileceği iddiası temelsizdir, buna dair veri olmadığı gibi Çin’i yönetenlerin böyle bir arzusu da gözükmemektedir. Orta vadede ise küresel politik ekonomideki dönüşümler ve emperyalist merkezin anti-revizyonist siyasi ve askeri hamleleri dünyayı İkinci Dünya Savaşının sonundan beri hiç olmadığı kadar dönüşüme açık hale getirmiştir. Suriye meselesi bu bağlamda ele alınmazsa olan biteni anlamlandırmak imkansızdır. Bununla birlikte özellikle oradaki etnik ve mezhep gerilimlerinin Türkiye’de şovenizmi körükleyecek sonuçları, böyle genel değerlendirmelerin ötesinde gerçekleşebilir. Bu noktada tetikte olmak gerekir.

Türkiye’de Durum

Türkiye egemen sınıfı neoliberal küreselleşme döneminden kârlı çıktı ve ülkenin zenginliğini sömürme kapasitesini, siyasi sistemi ve hukuk düzeni üzerindeki kontrolünü arttırdığı gibi emekçi halkımızı da kendi düzeninin iyice kölesi haline getirdi. Seksenlerden itibaren hem ideolojik bir saldırı yoluyla hem de doksanlarda ışık hızıyla şehirleşme ve küresel tedarik zincirlerinin Anadolu’daki küresel fabrikayı yaratmasıyla ilk anda oluşan yanıltıcı refah etkisi yoluyla alt sınıflar arasında rıza üretebildi. Doksanların aynı zamanda devrimciliğin tasfiyesi sürecinin başlangıç noktası olması da bunu kolaylaştırmıştır. Üstelik Anadolu’daki küresel fabrikayı oluşturan KOBİ ekosistemindeki küçük girişimcileri doğrudan küresel tedarik zincirleriyle önce buradaki büyük sermayeye oradan da emperyalist sisteme bağlayan ağlar, bu ekosisteme dayalı oluşan yeni siyasi güç ve onun karizmatik reisi, Hindistan ve benzeri başka ülkelerde gördüğümüz şekilde bu ilk andaki refah ve sermaye akışının yarattığı kentleşme ve modern altyapı yatırımları nostaljisiyle birlikte kuvvetli bir hegemonik siyasi blok oluşturmuştur. OSB’lerde fason üretim yapan elli atmış kişilik taşeron firmaların patronları dahi üretim sürecindeki objektif durumları dolaysıyla kompradorlaşmıştır. Fakat bir burjuva ideolojisi olan AKP İslamcılığı söylem yoluyla bu komprador kesimin bu işbirlikçilik durumunu örter.

Küresel fabrikanın coğrafyamızda inşasına nezaret eden bu iktidar bloğu yola, bir kaç kez at ve araba değiştirmekle beraber, hâlâ aynı süvariyle devam etmektedir. Kendi muhalefetini şekillendirebildiği gibi, kamu otoritesini de kendi suretinde yeniden yaratmıştır. Anadolu’daki küresel fabrikanın üstüne oturduğu toplumsallığı en kılcal damarlarına kadar saracak şekilde çitleyerek kontrol altında tutar. Bilindiği gibi bir süredir bu durumu “Holdingçi güçler” kavramsallaştırmasıyla ifade ediyoruz. Bunu ifade edebilecek düzeye gelişimiz ironik bir biçimde son on yılda zayıflaması ve karşısında pek çok irili ufaklı emekçi karakterli direnişin ortaya çıkmasıdır. Bu direnişler bazen çıplak kâr hırsı karşısında insan hayatı savunusu, bazen doğanın metalaştırılmasına karşı itiraz, çoğunlukla da işçinin arka planında haysiyet mücadelesi olan genelde ücret başta olmak üzere hak mücadelesi olarak ortaya çıkan kavgalarda ifadesini bulur.

Holdingçi güçlerin ezici baskısı karşısında siyaseten birikmeyen bu direnişler yine de rejimin rıza yaratma kapasitesinin zayıfladığını gösterir. Bu direnişleri siyaseten biriktirecek adımı atmanın zamanı gelmiştir. Cephe çağrılarımızın nedeni budur. Sendikal düzeylerde şekillenmeye başlayan oluşumlar ve bunların düzenlediği kampanyalar, doğru yönde adımlar olsa da güncel durumun aciliyeti düşünülürse yetersiz kalmaktadır. Kuvvetli bir siyasi oluşumun temeli köşeli tespitler gerektir. Bu yüzden karşısında olduğumuz iktidar mimarisinin durumuna, yönelimine ve amaçlarına dair gerçekçi bir tahlilimizin olması elzemdir. Ancak o zaman holdingçi güçler karşısında emekçi halk kesimlerinin direnme eğilimini bir siyasi güç olarak örgütlemek ve emekçileri ulusun kendisi olarak inşa etmek mümkün olur.

Yerel seçimlerdeki yenilgisinin ardından Cumhur İttifakı iktidarı durumunu stabilize edecek kimi adımlar atmıştır ve atmaya devam etmektedir. Son dönemde ortaya atılan “Terörsüz Türkiye” projesini de öncelikle bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Suriye’de rejim değişikliğinin önceden görülüp devlet adamı refleksi gösteren Bahçeli gibi hikâyeler inandırıcı da değildir, olgulara da uymamaktadır. Kuşkusuz işin içinde yukarıda anlatılan uluslararası ortamın sonucu olarak gelişen bir tür devlet refleksi de vardır, ama bu hamlelerin esas motivasyonu Cumhur İttifakı iktidarının iki ortağının idarelerini süreklileştirme isteğidir. Holdingçi güçler istikrar arayışında yürütmenin başının sürekli değişmediği modelleri tercih ediyor gözükmektedir. Bu durumda bütün bu görüşmeler önünde sonunda bir tür anayasa değişikliğine bağlanacak, bu değişiklikte var olan liderliğin tekrar seçime girebilmesinin önünü açacaktır. Bunun dışında tabii ki Kürtlerin anayasal statü talebi meşrudur, cezaevlerindeki siyasi tutsakların özgürlük talebi de Türkiye solunun temel mücadele başlıklarından biri olagelmiştir.

Bu başlıklarda ilerleme olursa bir referandum ya da erken seçim gündeme gelebilir. Türkiye solunun böylesi bir siyasi çevrime de kendi bağımsız gücü olmadan başka siyasi akımların kuyrukçusu ya da ikinci ortağı olarak girmesi içine girilen kendi kendini tasfiye sürecini iyice ilerletecektir. Sonbahara doğru böyle bir gelişme olabileceğini düşünerek de cephe önerisi kurgulanmalı, kuvveden fiile geçirilmelidir. Bununla birlikte Cumhur İttifakı iktidarını onun reisini mücadelenin odağına koymaya dayalı solcu yanlışına düşülmemelidir. Emperyalist düzenin bu topraklardaki başat taşıyıcı kolu sermaye birikim düzeyi yüksek, uluslararası tekellerle entegrasyonuna göre hiyerarşik bir dizilimi de olan holdingler yapısıdır. Ordu, resmi ve yerel idareler, yargı, polis, istihbarat, mafya, tarikat, hükümet, siyasi partiler, sarı sendikalar, STK’lar, üniversiteler, medya vb. yerel düzeyde bütünüyle o bölgeye hakim holdinglerin payandası konumundadırlar. Bu güçler yerel oligarşik yapılar üzerinden hem siyasal hem de toplumsal düzeyde her bir insan, her bir metrekare üzerinde denetim, gözetim, kontrol oluşturarak yönetirler. Mahir Çayan’ın “Emperyalizm içsel bir olgudur” tanımlaması tam olarak bu ilişki biçimini tariflemek içindir. Bu egemenlik ilişkisini tam karşısına alarak konumlanmayan anti-faşist ve anti-emperyalist mücadele boştur. Merkezi düzeyde farklı sermaye grupları arasında dönem dönem talep farklılıkları nedeniyle ihtilaflı görünümler sergilense de yerel düzeyde kaynaşma sınıfsal çıkarlar düzeyinde homojendir.

Kürtler, Aleviler, Komünistler daima denetim altında tutulması gereken kesimlerdir ama güncel olarak bu devlete yön veren egemen iradenin ana korkusu proleter yığınların olası isyanıdır. Devletin tüm kural ve kaideleri bu isyan korkusunu doğmadan önlemek, bastırmak, yalıtmak üzerine şekillendirilmiştir. Tahakküm, otorite, faşist pratikler sömürü sürecinde rıza mekanizmalarının sıkıntılı işlediği durumlarda ihtiyaca göre devreye sokulur. 12 Eylül’den bu yana siyasi, hukuki, kültürel, mekânsal düzenlemelerin tamamı, yüzde 80’i proleterleştirilen nüfusun olası isyanını, karşı güç olarak örgütlenmesini engellemek üzerine bina edilmiş, eksik görülen kısımlar toplumsal mücadelelerde test edilip yenilenmiştir. Bugün durağanlaşan ekonominin yarattığı durgunluk ortamının enflasyon yoluyla halkı iyice yoksullaştırması karşısında olası isyanı bastırmak için aynı mekanizma devreye girecektir. Eğer ki bizler aşağıdakilerin siyasi öfkesini düzen muhalefetinin gölgesinden kurtarıp onun kendi siyasi mecrasını inşa yolunda bir adım atmayı becerebilirsek süreç değişebilir de.

Geçen yıl cephe önerisini bu bağlamda dile getirdik. Uzun süredir reisçi otoriterliği öcüleştirip onun karşısında CHP’den DEM Partiye uzanan skalada bir halk cephesi siyaseti sınırları dışında bir politik tahayyül üretmeyen sol çevrelerin bu siyasetsizliğinin de işçi hareketinin dönemsel patlamalarının birikmesinin önünde bir engel olduğu ortadaydı. Elbette ki Cumhur İttifakı iktidarının faşizan uygulamalara imza attığı tartışılmaz. Bu iktidarın yaslandığı gerek kamu alanında gerekse de toplumsal alanda faşist yapılanmalar da mevcuttur. İktidarlarını sürdürmek üzere, adliye ve kolluk sisteminin sopa olarak kullanılması, kayyum siyaseti ve benzeri hukuksuzluklara başvurduklarını da yaşayarak görüyoruz. Fakat bu tespitlerin hiçbiri ‘önce gerçek demokrasi gelsin’ diye başlayan aşamacı stratejik anlayışları meşrulaştırmaz. İşçi hareketinin politikleşmesi farklı biçimlerde olabilir ama pek çoklarının sandığının aksine işçilerin proleter olmayan herhangi bir ilerici siyasete entegre olması devrimci anlamda bir siyasallaşma hamlesi değildir. Ancak kendi tarihsel programını sahiplenen bir işçi hareketi siyasallaşarak proleter bir karakter kazanır. İşçi hareketinin diğer ilerici programlardan bağımsız örgütsel otonomisi ve bütünlüğü de olan bir siyasallaşma ihtiyacı buradan kaynaklanır.

Geçen yıl cephe ihtiyacının nedeni şu şekilde açıklanmıştı: “Devrim öncelikle güç işidir. O amaçla organize olmuş odaklı bir güç yoksa devrim imkânsızdır. Onu imkânlı kılan tek şey objektif ve sübjektif koşulların doğru devrimci analizi, hazırlığı ve stratejisi üzerine yükselmiş bir devrimci siyasi harekettir. Devrimci hareket ise devrimci bir fikirle, siyasetle oluşmaya başlar. Strateji bu fikre içkindir ama yapılandırılması zorunludur. Yoksa taktikler savuran biriktirmesiz, yörüngesiz, savunmasız sosyal bir kümeden başka bir şey olunamaz. Ülkedeki siyasal gelişmelere karşı işçi sınıfın sözünü, tutumunu, eylemini merkezi bir yordamla geliştirmek, politik özgürlük mücadelesinin merkezine işçi sınıfı ve emekçi halkın taleplerini yerleştirecek bir siyasal gücü, düzlemi oluşturmak en acil görev olarak kendini dayatıyor bugün. İşçi direnişleri, gençlik eylemleri, kadın mücadelesi, Türkçü şovenizme karşı mücadele, doğanın metalaştırılmasına karşı mücadele pratiklerinin hepsinin sesini halkın tamamına ulaştıracak bir odaklanma tarzını yaratmak için” cephe ihtiyaçtır. “Vakit verili sınırları devrimci deneyimlerle zorlama, sınıf mücadelesini ileri taşıma vaktidir. Her kim ki bu yürüyüşe omuz verir, bu yürüyüşü büyütür, proletaryanın sahip olduğu gücü açığa çıkarmasında ve bu gücü devrimci bir muhtevayla yeniden üretmesinde sorumluluk üstlenir onlar ilerleyebilir, güçlenebilir, devrimci mücadelenin ateşini harlayabilir. Bu iradeyi ve sebatkârlığı göstermeye talip olanların, yürüyenlerin, birbiriyle konuşmasının, buluşmasının vakti gelmiştir” diye bitiyordu. Bu konuda kaybedecek vakit kalmamıştır.