Bu yazı ilk olarak Komite Dergisi’nin “Küresel Fabrika ve Proletarya Devrimciliği” başlığıyla 2024 Ekim ayında çıkan 34. sayısında yayınlanmıştır.
Metin Özuğurlu – Anadolu’da Küresel Fabrikanın Doğuşu (Yeni İşçilik Örüntülerinin Sosyolojisi)
‘Küresel fabrika’ literatüründe ağırlıklı bir eğilim, üretim örgütlenmesinin otoriter ve baskıcı karakterine atıfla, çoğunluğunu genç, deneyimsiz ve kadınların oluşturduğu işçileri “şahin pençesinde yavru kuş” gibi resmeder; o çalışmalarda “yavru kuşun” kanat çırpışları dahi görülmez. Ben onların “yürek atışlarını” duymaya çabaladım. (Özuğurlu, s. 80)
Bu yazı bir kitap incelemesi ile başlamak, devamında incelenen kitabı referans alıp Anadolu’nun güncel durumuna ilişkin birkaç kelam etmek gayretindedir. Konu alacağımız kitap Metin Özuğurlu’nun “Anadolu’da Küresel Fabrikanın Doğuşu” adlı çalışmasıdır. Kitaba dair genel bir çerçeve çizdikten sonra, yazılmasından bu yana geçen 20 yıldan uzun bir sürenin ardından, Anadolu’daki küresel fabrikanın durumunu serimlemeye çalışacağız. Yazının temel meselesini ise Özuğurlu’nun kitabının ismine referansla; “Anadolu’da küresel fabrikanın doğuşundan, Anadolu’nun küresel fabrika olarak inşasına” biçiminde özetleyebiliriz.
Anadolu’da Küresel Fabrikanın Doğuşu adlı kitap, Özuğurlu’nun 2002 yılında tamamladığı doktora tez çalışmasıdır. Neoliberalizmin parlayan yıldızı küresel fabrikalar ve etrafında yaşanan proleterleşme ve sınıf oluşumu süreçleri bu çalışmanın temel araştırma konusudur. Bu çalışma bir diğer yanıyla da işçi sınıfını sosyal teoriye yeniden dahil etme girişimlerinin bir parçasıdır (s. 18). Özuğurlu, araştırmasını küresel fabrika alanlarından biri olarak belirlediği Denizli bölgesinde yürütmüştür. Dokuma işçilerine yoğunlaşan bu çalışma, “küresel fabrika”yı emeğin bulunduğu yerden kavramaya çalışır (s. 17). Bu anlamda sınıf oluşumu ve küresel fabrikanın doğuşu çalışmanın iki ana aksını oluşturur. Özuğurlu sınıf ve sınıf oluşumu tartışmaları, proleterleşme örüntüleri ve küreselleşme-emperyalizm-sömürgecilik dolayımında küresel fabrika tartışmaları ile derinlikli bir kuramsal çerçeve inşa etmiş, bunu da soyutla somutun ilişkisini kurarak yapmıştır. Küresel fabrika, proleterleşme ve sınıf oluşumu, çalışmanın odaklandığı temel kavramlardır. Bu çalışma en genel haliyle, bir sınıf oluşumu araştırmasıdır.
Özuğurlu proleterleşme sürecini dört eşitsiz birleşik süreç içerisinde ele alır; yoksullaşma ve mülksüzleşme, üretim ve geçim araçlarının sermayeleşmesi ve üretim ve geçim araçlarının özel mülkiyet temelinde yoğunlaşması (s. 64). Bu süreç ekonomi politik olarak ilkel sermaye birikimi sürecidir. İlkel sermaye birikimi kısaca, doğrudan üreticilerin proletaryaya ve onlara ait emek araçlarının da sermayeye dönüştürülmesi sürecidir (s. 64). Bu halde ilkel birikim, doğrudan üreticiyi mülksüzleştirir, onu ücret sistemine bağımlı hale getirir ve alternatif geçim yollarından uzak tutar (s.65). İlkel birikim, sürekliliği olan bir sermaye stratejisidir; birikimin ‘ekonomi dışı zor’ boyutlarını oluşturur; bu anlamıyla neoliberalizm, sermayenin “bir dizi zor yöntemini” içinde barındırdığı bir ilkel birikim stratejisidir (s. 67).
İşçi sınıfını sosyal teoriye yeniden dahil etme çabası içerisinde olan bu çalışma, emekçileri kendi yaşamları içerisinden kavramaya çalışır. Soyutla somutun ilişkisini, bu noktadan kurar. Post-modern teorilerin toplumsal meseleleri incelerken “sınıf”ı dışarıda bırakması, Özuğurlu’nun bu “yeniden dahil etme” çabası için önce post-modern yaklaşımlarla hesaplaşmasını gerekli kılmıştır. Çalışmanın başlarında sınıf çözümlemeleri tartışmaları ve tarihsel maddeci sınıf çözümlemesinin bir çerçevesini çizerken yapısalcı, “post” ve diğer teorilerle hesaplaşır. Sınıf tartışmalarında tarihsel maddeci perspektif, toplumsal sınıfı değil sınıflar mücadelesini önceler (s.24). Bu anlamıyla toplumsal sınıflar, tekil olarak ele alındığında değil karşılıklı -sömürü- ilişkisi içerisinde; ayrıca tarihsel oluşumlar olmaları sebebiyle süreç içerisinde kavranabilirler (s. 24). Özuğurlu bu tarihsel maddeci kavrayışla, Thompson’dan Wood’a uzanan çizginin izlerini de sürer.
Çalışmanın temel iki kavramı olan ‘proleterleşme’ ve ‘sınıf oluşumu’ arasındaki bağlantıyı ‘küresel fabrika’ kurar. Biraz daha ilerlemeden önce, şuna bir açıklık getirelim; nedir bu küresel fabrika? Özuğurlu’dan aktaracak olursak; küresel fabrika, dar tanımıyla, dünya pazarları için üretim yapılan; ‘ihracat işlem bölgeleri’, ‘sınır-boyu üretim bölgeleri’, ‘serbest üretim bölgeleri’ vb. terimlerle de adlandırılan üretim sitelerini ifade etmektedir (s. 17). Bununla birlikte bu tanımda verilen özellikler yeterli değildir. Üretimin girift taşeronluk ilişkileri yoluyla küresel meta zincirleri içerisinde gerçekleşmesi gerekmektedir; bu haliyle de ihracata yönelik üretimin girift yapısını betimleyen bir kavramdır (s. 17). Başlarda ‘dünya pazarı fabrikası’, ‘global işletme’ gibi farklı kullanımlar olsa da, yaygın kullanılan kavram bu çalışmada da olduğu gibi ‘küresel fabrika’dır. ‘Küresel fabrika’ kavramı kuramsal kökenini F. Fröbel (vd.) tarafından geliştirilen Uluslararası Yeni İşbölümü kuramı ve Wallerstein tarafından ortaya atılan ve Gereffi tarafından geliştirilen Küresel Meta Zincirleri kuramından almaktadır (s. 95). Fröbel ve arkadaşları, sınai işgücünün dünya pazarına üretim yapmak amacıyla istihdam edilmesiyle ortaya çıkan yeni türdeki fabrikaya ‘dünya pazarı fabrikası’ adını vermişlerdir; bu niteleme 1990’lı yıllar itibariyle ‘küresel fabrika’ terimi olarak yaygınlaşmıştır (s. 97).
Küresel fabrikalardan bahsedilmeye başlanan dönem, neoliberalizmin yeni bir evresi olan “küreselleşme” dönemidir. Bu anlamda küreselleşme süreci, ulusal sermaye birikimlerinin yavaşlayıp uluslararası birikimin ivme kazanması ve ‘küresel fabrikaların’ oluşması süreci olarak da görülebilir (s. 85). Bu çalışmada da küresel fabrikalar, proleterleşme ve sınıf oluşumunun buluştuğu üretim mekanları olarak özetlenir. Özuğurlu ‘küreselleşme’ süreci ile atfedilen ‘yeni evreyi’, sömürgecilik siyasetindeki yeni bir evre şeklinde ele alıyor (s.19) ve ‘küreselleşme’ terimini kapitalizmin ulus-aşırı özelliklerindeki derinleşmeyi betimleyen ampirik bir terim olarak kullanıyor (s.86). Bu tercihin, yaygın eğilim olarak ‘emperyalizm’ kavramının artık kullanışlı olmadığı görüşüyle bir ilgisi yok. Bu anlamıyla küreselleşme ‘post-emperyalizm’ dönemi, yani yepyeni bir dönemi anlatmaz. Özuğurlu da bu konudaki görüşünü, “dünya kapitalist sistemindeki bağımlılık ve sömürü ilişkilerini 19’uncu yüzyıldan bu yana teorik ve politik düzeylerde ifade eden emperyalizm kavramını kullanmak yanlısıyım” şeklinde ifade eder (s.87). Keza ‘küresel fabrika’ oluşumunu da bir sömürge bölgesinin inşası olarak kavramsallaştırır (s.19). Emperyalizmi geniş anlamda bir sermaye birikim siyaseti; sömürgeciliği ise sermaye siyasetinin siyaseti, belli konjonktürdeki işleyiş formu şeklinde tanımlar (s.88). Kwame Nkrumah’a referansla ele aldığı bölümde yeni-sömürgeciliğin kontrol mekanizmasının iktisadi ya da parasal araçlar olduğunu vurgular (s.90).
Özuğurlu, 1970’lerden itibaren filizlenmeye başlayan küresel fabrikalar için iki temel aktöre dikkat çeker: ilki piyasa ve ihracata yönelik üretim stratejisini dünya ekonomisine yerleştiren Dünya Bankası ve IMF; ikincisi ise küresel mal ve ticaret ağını devlet düzenlemelerinin ötesine geçirerek kuran çok uluslu tekeller (s. 95). Kapitalizmin finansallaşması bu aşamada, küreselleşmeye ivme kazandırdığı gibi az gelişmiş ülkelerin küresel kapitalist sisteme entegrasyonunu da sağlamış, (s. 92) IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal uyum politikalarının laboratuvarları ise bu “azgelişmiş” ülkeler olmuştur.
Neoliberal küreselleşme süreci ve küresel fabrikanın doğuşu ile eş zamanlı olarak kitlesel üretim de yerini yavaş yavaş yalın üretime bırakmaya başlamıştır. Küresel fabrikaların temel dayanaklarından birisi de yalın üretim ve onun getirdiği girift ve karmaşık taşeronluk ilişkileridir. Günümüzde artık ürün/mal tek bir yer ve tek bir üretim etkinliğinde değil, karmaşık ve çeşitli aşamalarda, farklı zaman ve mekânlarda gerçekleşir. Bunun sebebi küresel fabrikaların ayırt edici özelliklerinden biri olan girift taşeronluk ilişkileridir. Gelişen ulaşım ve iletişim teknolojileri, üretim mekânları arasındaki zaman farkını kısaltarak bunu mümkün kılmıştır (s. 93-96). Yalın üretim sisteminin getirdiği ‘esnekleşme’, küresel meta zincirlerinin temel dayanağını oluşturur (s. 93). Özuğurlu 1970’lerle başlayan kapitalizmin ikinci yayılmacı genişlemesini yalın sömürgecilik olarak, ‘küresel fabrikayı’ ise yalın sömürge üretim bölgeleri olarak adlandırır fakat bir yalın sömürgecilik kuramı geliştirmez; bu kavramı kullanmayı ‘küresel fabrika’ nitelemesinin içeriğini daha açıklayıcı kılmak için öne sürer (s. 95).
‘Küresel fabrika’ mekanlarının en tipik özelliklerinden biri işçilerin örgütsüzlüğüdür (s. 83). Küresel fabrikalara atfedilen bir diğer tipik özellik olan ‘girift taşeronluk ilişkileri’, küresel fabrika bölgelerinde bir sendikal hareketin oluşmasını güçleştirmektedir. İhracata yönelik üretim süreçlerinde, oradaki girift taşeronluk ilişkilerinden beslenen ulus-üstü şirketlerin sendika karşıtı eğilimleri ise bu durumun temel sebeplerindendir. Tabii ki bu, o bölgedeki işçilerin hiçbirinin sendikalı olmadığı, o bölgede sınıf mücadelesine dair hiçbir hareketliliğin olmadığı anlamına gelmez. Emek-sermaye çelişkisinin olduğu her yer nihai olarak sınıf mücadelesinin alanıdır ve bu mücadele her an filizlenmeye hazırdır. Çevreyi ve insanlığı tahrip eden ilkel yeni-liberal birikim stratejisinin yöneldiği her alan, bize direniş ve mücadele alanlarını da gösterir (s. 67).
Özuğurlu, geri kalan taşrada da olduğu gibi çalışma alanı olarak belirlediği Denizli’de de sendikal örgütlülüğün zorluğundan bahseder. Özel sektörde sendikal örgütlenme faaliyeti zaten meşakkatli iken, taşrada bu durum yereldeki sermaye gruplarının o yerelin iktidar bloğunu da oluşturması sebebiyle daha da zorlaşır. Özuğurlu’nun Denizli örneğinde, tekstil işverenlerinin ağırlıkta olduğu sanayi burjuvazisi, kentin yerel iktidar bloğundaki egemen güçtür; kentteki iktidar araçlarının tümü, yerel burjuvazinin talepleri çerçevesinde hareket etmektedir ve buna mülki idare, polis teşkilatı, yerel medya da dahildir (s. 214). Bugün de Anadolu’nun dört bir yanında bu tablo ile karşılaşmak mümkün. Anadolu, 20 bin nüfuslu ilçeden nüfusu milyonları bulan illere kadar yerel oligarşi tarafından “idare” edilmektedir. Bu oligarşi, sermaye grupları ile birlikte mülki idare amirlerinden mahalli idarecilere, kolluk kuvvetlerinden yargı makamlarına, akademi kürsülerinden/üniversitelerden yerel medyaya, siyasi partilerden tarikat-cemaatlere, sarı sendikalardan mafyalara/çetelere kadar geniş bir gruptan oluşur ve tümü yerel sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda çalışır. Son birkaç yıldaki işçi direnişlerine baktığımızda Bergama’da sera patronlarının, Soma ve İliç’te maden patronlarının, Antep ve Urfa’da tekstil patronlarının yerel ve merkezi yönetim üzerindeki etkileri görülebilir.
Özuğurlu, Gutking’in “Üçüncü Dünyada sosyal değişmenin izlediği yol, emeğin izlediği yoldur” deyişine referansla, Anadolu’daki sosyal değişimin izlediği yol da, ana hatlarıyla emeğin proleterleşmesi, metalaşması, özgürleşmesi ile örülen yoldur, der (s. 61). Genel bağlamda da, insanlığın en azından son üç yüz yılının en kapsamlı sosyal değişim süreçlerinden birinin proleterleşme olduğunu söyler. Hızla proleterleşen bir dünyada yaşadığımız açık, ve yeni bir proleterleşme dalgasına tanık oluyoruz. Proleterleşme, meta-dışı alan ve pratiklerden kopartılan kitlelerin işgücü piyasasına fırlatılmalarını ifade eder; proleterleşmekle ücretli işçi olarak istihdam edilmek arasında mesafe vardır (s. 67). Tanık olduğumuz bu yeni proleterleşme dalgasının ayırt edici özelliği ise işgücü piyasasına fırlatılan kitlelerin ‘esnekleştirme’ ve ‘kuralsızlaştırma’ gibi politikalarla düzenli ve istikrarlı istihdam olanaklarından alıkonulurken, diğer yandan da, gündelik yaşamını idame ettirebilmek için her zamankinden daha fazla nakit gereksinimine tabi hale gelmesidir (s. 67).
Geçim kaynaklarından koparılarak mülksüzleştirilen, işgücü piyasasında ücret disiplinine tabi hale gelen emekçilerin bir sınıf olarak vücut bulmaları fasılasız bir süreçtir; oluşurlar, çözülürler, yeniden oluşurlar (s.74). Bu süreç hem karşıt sınıflarla girişilen mücadeleleri, hem de kendileri hakkında, kendileri üzerine verdikleri mücadeleleri kapsar (s 74.). İşçi sınıfı, kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişimi ile karakterize olan sınıfsal güzergahlar içinde, farklılıkların da içinde yer aldığı ortak bir tarihsel süreç içinde oluşur (s. 76). Örgütlü bir işçi sınıfı hareketi, bu anlamda sınıf oluşumuna dair en belirgin göstergedir.
Özuğurlu, çalışmasının sınıf çözümlemelerine dair olan bölümünde E. P. Thompson’dan şu paragrafı aktarır (s. 33):
Sınıflar ayrıksı entiteler olarak varolup, düşman sınıflar bulmak amacıyla etraflarına bakınıp sonra da mücadeleye tutuşmazlar. Tersine, insanlar kendilerini belirlenmiş güzergahlar içinde yapılanmış bir toplumda bulurlar; sömürüyü deneyimlerler; kendilerini uzlaşmaz çelişki noktalarında tanımlarlar ve bu meseleler etrafında mücadeleye tutuşurlar; kendilerini işte bu mücadele içinde bir sınıf olarak fark ederler; sınıf bilinci, bu bu farkedişin bilgisine sahip olmaları demektir. Sınıf ve sınıf bilinci her zaman gerçek tarihsel sürecin sonunda yer alır, başında değil.
***
Özuğurlu’nun bu çalışmasını, kaleme alınışının üzerinden 20 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen, hala incelenmeye/okunmaya değer kılan şey henüz dün yazılmış gibi güncel olmasıdır. O gün Denizli için çizdiği tablo, bugün Anadolu’nun tümünün hikayesi haline gelmiştir. Özuğurlu’nun bu çalışmada kurduğu, Denizli bir küresel fabrikadır (s. 224), cümlesi bugün Anadolu için de rahatlıkla söylenebilir: Anadolu bir küresel fabrikadır. 30-40 bin nüfuslu ilçelerde dahi ihracata yönelik üretim yapılmaktadır. OSB’lerde toplam çalışan sayısı 3 milyona yaklaşmıştır. Küresel fabrikaların yalnızca OSB’lerde bulunmadığını hesaba kattığımızda, dünya pazarına yönelik üretimdeki istihdamın sayıca çok daha fazla olduğunu söyleyebiliriz. Küresel çapta somut bir karşılaştırma yapabilmek adına; Özuğurlu’nun aktardığı, Fröbel ve arkadaşlarının hesaplamalarına bakmakta fayda var. Fröbel (vd.)’nin yaptıkları hesaba göre 1975 yılında Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki 25 ülkede 79 adet “serbest üretim bölgesi” varken, 1995’e gelindiğinde bu sayı 200’e ulaşmıştır (s. 97). 1975’te ‘dünya pazarı fabrikalarında’ istihdam edilen işçi sayısı 725 bin iken, 1990’ların sonuna doğru bu sayının 4 milyonu aştığı tahmin edilmektedir (s. 98). Bugün ise, yukarıda da altını çizdiğimiz gibi yalnızca Anadolu’daki küresel fabrikalarda 3 milyon civarı işçi çalışıyor. Bu kıyas hem küreselleşmenin hem proleterleşmenin hızına dair anlamlı bir göstergeyi gözler önüne seriyor.
Özuğurlu’nun çalışmasının temel noktalarını, bu yazının sınırlarının elverdiği ölçüde aktarmaya çalıştık. Şimdi hem kuramsal tartışmalarının ışığında, hem de aktardığı veriler üzerinden Anadolu’da küresel fabrikanın bugünkü durumunu konuşmaya geçebiliriz.
Anadolu’nun Küresel Fabrika Olarak İnşası
Anadolu’nun bir küresel fabrika olarak inşa süreci, küresel tedarik zincirinin gelişimi için çeşitli projelerle de destekleniyor. Anadolu’nun dört bir yanında lojistik merkezleri kuruluyor, uluslararası yollara entegre edilen tüneller, demiryolu hatları, limanlar açılıyor, yeni uluslararası hatlar inşa ediliyor. Nihayetinde dünya pazarına üretim yapmanın temel gerekliliklerinden birisi, ürünün hızlı sevkiyatıdır. Anadolu, bu noktada yalnızca basit bir lojistik süreci için değil, coğrafi olarak Asya ve Avrupa kıtası arasında küresel tedarik zinciri koridoru olmasından doğan küresel iş bölümündeki önemi hasebiyle bir lojistik üs olmak için dizayn edilmektedir. Buna dair birkaç örneğe yazının devamında değineceğiz.
Türkiye’de ilk OSB 1962 yılında Bursa’da kuruluyor; bugün de sayıca en çok OSB bulunan il Bursadır. Türkiye’de OSB’lerin tarihi 1962’ye dayansa da, sayıca artışının hızlandığı dönemler Türkiye’nin dünya pazarına entegre olduğu yıllara tekabül etmektedir. Üretimini iç pazara yönelik yapan Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT), 1980’li yılların sonlarına doğru özelleştirilmeye başlamıştır. 1996 yılında Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne dahil oluşuyla küresel piyasaya entegrasyonu tamamlanmış, özelleştirmeler, SB’ler ve OSB’lerin sayısı da bu yıldan itibaren hızla artmaya başlamıştır. Özelleştirmelerin esas yoğunlaştığı dönem ise 2003 ve sonrasıdır. Yapılan özelleştirmenin dörtte üçü 2003 yılı sonrasında yapılmıştır.
Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) istatistiklerine göre 2002-2023 arasında, 21 yılda Türkiye’nin küresel ihracattaki payı iki katına çıkmıştır. Türkiye’de 280 Organize Sanayi Bölgesi, 19 Serbest Bölge bulunuyor. 19. Serbest Bölge bu yazının yazıldığı günlerde açıldı. 122 OSB’nin ise altyapıları hazırlanıyor. OSB’lerde kurulu toplam 67 bin işletme var. Bu işletmelerde 3 milyona yakın insan çalışıyor. Ardahan, Artvin, Hakkari ve Muğla’daki OSB’ler de faaliyete geçtiğinde OSB’siz şehir kalmamış olacak. İşte Anadolu’nun küresel fabrika olarak inşası bu şekilde hayata geçiyor. Özuğurlu’nun çalışmasına dönecek olursak; çalışmasında 2000 yılı için tüm OSB’lerde çalışan sayısının yarım milyon olduğunu söylüyor. Bugün sadece Marmara Bölgesi’ndeki OSB’lerde çalışan sayısı 1 milyonun üzerinde.
Küresel fabrikaların Anadolu’da ayırt edici özelliği Serbest Bölgelerde (SB) ve Organize Sanayi Bölgelerinde (OSB) yoğunlaşmış olmasıdır. Fakat bu OSB’lerdeki tüm fabrikaları ‘küresel fabrika’ yapmadığı gibi, OSB ve SB’ler dışında bir ‘küresel fabrika’ olamayacağı anlamına da gelmiyor. Fakat Serbest Bölgelerin, bütünüyle bir ‘kuralsızlaştırılmış alan’ olarak küresel fabrikalar olduklarını söylemek mümkün. Küresel fabrikaların çoğunlukla OSB’lerde kümelenmiş olmasının sebebi Türkiye’nin KİT’ler sonrası sanayileşme hamlesinde OSB tarzı bir sanayileşme biçimini tercih etmesidir.
Türkiye’nin küresel kapitalizme entegrasyonu sürecinde, uluslararası iş bölümünde payına düşen rol gereği yeni bir proleterleş(tir)me dalgası yaratıldı. Devlet ve küresel sermayenin iş birliği içinde yürüttüğü ilkel birikim süreciyle, emekçi Anadolu halkının yaşam ve geçim kaynakları sermaye tarafından gasp edildi. Kırdan kente göç ve son 30-40 yılı kapsayan bu hızlı proleterleşme dalgası Anadolu’nun dört bir yanına ulaştı. Anadolu’nun küresel fabrika olarak inşası da bu yıllarda hız kazanmıştır. Ve tabii ki bu inşa yalnızca “fabrikalaşma” ya da “sanayileşme” ilgili değildir. Bu “inşa”nın diğer tamamlayıcı unsurlarına ilerleyen bölümlerde değineceğiz.
***
Küresel sermayeye/dünya pazarına entegrasyon ve küresel fabrikaların inşası için ciddi boyutta bir mekânsal dönüşüm de gerekliydi. Yeni yollar, tüneller, köprüler, limanlar, demir yolu hatları, lojistik merkezleri, metrolar, OSB’ler ile entegre edilmiş meslek liseleri… hepsi birer “kamu hizmeti” adıyla seçim kampanyası malzemesi olarak kullanılsa da, esasında Türkiye’yi dünya pazarının bir parçası yapabilmek, küresel fabrikanın bacasını tüttürebilmek adına inşa edilmiştir. Neredeyse bir ulusal kampanyaymış gibi sürdürülen her şehre -en az bir adet- şehir hastanesi, üniversite, OSB, hapishane projeleri yukarıda saydığımız “hizmetler” ile doğrudan ilgilidir.
Meseleyi somutlaştırabilmek adına örneklerle ilerleyelim. Marmara havzası bu anlamda çok daha zengin olsa da İzmir örneği ile başlayabiliriz. İzmir ile başlamayı tercih etmemizin iki sebebi var; ilki yukarıda bahsettiğimiz, bu yazının yazıldığı sıralarda açılışı yapılan 19. Serbest Bölge’nin İzmir Bergama’da açılmış olması; ikincisi ise beklenen Marmara depremi sebebiyle yeni üretim merkezleri oluşturma planları ve bunun için de İzmir hinterlandının tercihlerden biri olması.
Bergama’da yeni açılan Batı Anadolu Serbest Bölgesi (BASBAŞ) diğer iki Serbest Bölgeye ve OSB’lere oldukça yakın. Ayrıca büyük limanlara ve Kuzey Ege otoyoluna yakın olması, demiryolu hattının Bergama’ya uzatılacak olması, BASBAŞ projesinin yer seçimi konusunda epey şey söylüyor. Bu sebeple de bu yazı için İzmir iyi bir örnek.
İzmir’de faal durumda 13 OSB bulunuyor, 4 OSB daha ilerleyen vakitte faaliyete geçecek. Bergama’da yeni açılan Batı Anadolu Serbest Bölgesi ile birlikte İzmir’deki Serbest Bölge sayısı üçe çıktı. İzmir-Aliağa bölgesinde 19 liman bulunuyor. Alsancak’ta bulunan İzmir Limanı hem yıllık ticaret hacmi açısından hem de yerleşik olduğu alan açısından Türkiye’nin en büyük limanlarından birisi. En önemli özelliklerinden birisi de demiryolu bağlantılı bir liman olması. Yine Çandarlı Körfezi’ne yapılması planlanan Kuzey Ege Çandarlı Limanı, Türkiye’deki limanların tümünün yıllık yük kapasitesinin toplamının iki katı kapasitede olacak şekilde planlanmıştır. İnşaatı devam eden bu liman tamamlandığında dünyanın en büyük 10 limanından biri olacak, bulunduğu bölgeyi de yine dünyanın sayılı lojistik merkezlerinden biri haline getirecektir.
İzmir, bir şehir olarak yukarıda bahsettiğimiz sermaye hareketliliği üzerinden planlanmaktadır. Selçuk-Aliağa arası 130 km uzunluğa sahip olan İZBAN demiryolu hattının hem BASBAŞ hem de inşaatı devam eden liman sebebiyle Bergama’ya kadar uzatılması çalışmaları devam etmektedir. Böylelikle İZBAN hattı, İzmir’i kuzeyden güneye (Bergama-Selçuk arası) bağlamış olacak. Daha öncesinde de İZBAN’ın uzatılma-genişleme bölgeleri, OSB ve SB’lere entegre edilecek biçimde gerçekleştirilmişti. Bu halde kuzeyde Aliağa sonrası için yapılan uzatma çalışması ile İZBAN; Bergama Batı Anadolu Serbest Bölgesi, Kuzey Ege Çandarlı Limanı, Aliağa OSB, Menemen Serbest Bölge, Alaybey Tersanesi, Alsancak Limanı, Gaziemir Ege Serbest Bölge ve yine şehrin güneyinde kalan diğer OSB’leri yaklaşık 160 km uzunluğunda bir demiryolu hattı ile birbirine bağlayacak. Bunun en temel sebeplerinden birisi, emeğin mobilizasyonunun sağlanması, bunun da sermayenin ihtiyaçlarına göre yapılması gerekliliğidir.
Yukarıda İzmir’e dair anlattığımız, İzmir’in küresel fabrika olarak inşasıdır ve esasen Anadolu’nun ortak hikayesidir. Şu an tüm Anadolu, en doğusundan en batısına kadar sermaye ve devletin boyunduruğu altındadır. Yaşayabilmek için ölüm pahasına Anadolu’nun dört bir yanında; küresel fabrikalarda, madenlerde, seralarda, depolarda ömür tüketenlerin yüreklerinin atışını duyuyoruz.
Biz de bu yazıyı, onun Denizli için kurduğu cümlelerin Anadolu için söylendiğini düşünerek, Özuğurlu’nun son cümleleri ile bitirmiş olalım:
“Örgütsüzlük görüntüsünün görünmeyen yanında, ciddi ölçüde gizli örgüt kurma deneyimi edinen genç erkek ve kadın işçilerin sureti belirginleşmektedir. Denizli’deki fabrikalarda, sendika fikrinin hangi tip işçiye, hangi yolla açılacağı, bu ilişkinin iş yerinde ve iş dışında hangi iletişim yollarıyla, ne tür semboller ve parolalar aracılığıyla sürdürüleceği, çalışmanın hangi aşamada genişletileceği vb. konularda ciddi ölçüde deneyim edinmiş, genç emekçilerin sayısı az değildir. O halde, bu çalışmanın son sözünü Raymond Williams’a bırakalım: “Kitlelerin ne yapacakları tahmine açıktır” (s. 226, 227).”