Bu yazı ilk olarak Komite Dergisi’nin “Küresel Fabrika ve Proletarya Devrimciliği” başlığıyla 2024 Ekim ayında çıkan 34. sayısında yayınlanmıştır.
Bu yazıda sermayenin var olabilmesinin ve kendisini yeniden üretebilmesinin temel araçlarından olan toprak ve mülkiyet konusuna odaklanacağız. Bu bağlamda tartışmayı kent/kır, merkez/çeper gibi ikiliklerin içerisine hapsetmektense bunların tarihsel ilişkisi üzerinden bir yol haritasını takip ederek bu “zıtlıkların” diyalektik ilişkisini incelemeye çalışacağız. Toprağın “toprak” olmaktan çıkıp bir metaya dönüşmesinin farklı biçimleri ve bu dönüşümün farklı yöntemlerini açıklarken Yücel Terzibaşoğlu’nun “toprak hizasından bakmak” kavramsallaştırmasını kullanacağız. Bu kavramsallaştırma ile kapitalizmin işleyişini anlatmayı ve bu esnada da devletin bu işleyişte üstlendiği teknik ve bürokratik aracı görevini ve bu bağlamda değişip dönüşen rolünü de tartışmaya çalışacağız.
Kapitalizmin içinde yaşadığımız döneminde mülksüzleştirme süreçlerinin sertleşmesi ve çok daha yakıcı bir gündem haline gelmesi aslında alınıp satılabilir toprak miktarının giderek artmasıyla ve işçi sınıfını gün geçtikçe daha çok köşeye sıkıştırmasıyla ilgilidir. Melek Mutioğlu Özkesen toprağın özelleştirilmesinin günümüze has bir olgu olmadığını, devletin ve sermayenin merkezileşmesiyle paralel olarak önce devlet mülküne ve daha sonraları çitlenerek özel mülke ve gittikçe artan oranda mübadele değerine ve para cinsinden değere dönüşen bir süreci olduğunu ifade eder. Burada Marx ve Engels’in ilk birikimi üreticileri üretim araçlarından ayıran tarihsel bir süreç olarak tanımladığını ve doğrudan üreticiyi topraktan koparmanın ücretli emeğin temel kaynağı olduğunu düşünürsek, dönemsel özgünlükleri olmakla birlikte kapitalizmin dayanağı olan bu mülksüzleştirme mekanizmasının modern yeni çevrimlerle devam ettiğini ve emperyalizm ile de genişleyerek dünya coğrafyasında yayıldığını görürüz. Dolayısıyla içinde yaşadığımız dönemin temel özgünlüğü sermaye sınıfının gasbettiği coğrafyanın yaygınlaşmasının ölçek ve hız olarak genişlemesiyle ilgilidir. 1980’ler ile artan bir ivmeyle uluslararasılaşan sermayeye entegrasyon zorunluluğu ve sermaye hareketliliği ihtiyacı da bu genişleme zorunluluğuyla paraleldir. Bu noktada devletin rolü de yasal düzenlemeler ve anayasal değişiklikler ile kapitalizmin ihtiyaç duyduğu metalaşma ve özelleştirme süreçlerinin bürokratik zeminini sağlamak oldu. Mevcut gündemde sıkça duyduğumuz ‘yapısal reformlar’ kavramı aslında yaklaşık 50 senedir süren bir genişleme ve entegrasyon süreci olarak devletlerin kendi bürokrasilerini küresel kapitalizme uyumlulaştırma süreçleridir ve yayılmanın temeli coğrafik olduğundan toprağa ilişkin yasalar doğrudan etkilenir. Burada 18. yüzyıl çitlemeleri ile ya da 19. yüzyıl parselasyon süreçleri ile 20. yüzyıl kat mülkiyeti ile 21. yüzyıl acele kamulaştırmaları çok temelde aynı mekanizmayı sürdürme ve yeniden üretme araçlarıdır. Burada değişen ve değişmeyen noktaları iyi kavramak gerekir. Kapitalist devletin oynadığı en temel ve sabit rol gerek devlet kapitalizmi olsun gerek neoliberal kapitalizm olsun, sermayenin güncel karakterine uyumlanmaktır. Devletin farklı formlarının işçi sınıfına farklı yansımaları olsa da sermayenin bürokratik aracı olmanın gereğini yerine getirme motivasyonu süreklilik gösterir.
Kapitalizmin İktisadi Coğrafyası: Kentin Ötesi, Merkez ve Çeperin Diyalektiği
“Yeni bir şehir, her yerde, iki eski şehrin arasına yerleşir. Brezilya’da, cephenin ilerleyişini ortaya koyar ve pekiştirir.
Bu cephe gerçek fethin cephesidir. Yıldan yıla, yol açıcı denenler uçsuz bucaksız ülkelerinin işe yarar tarım topraklarını genişletirler. Genişletmek için de, durmaksızın toprağı açarlar. Yol açıcılar savanada -cerrado- ilerlediklerinde, botanik kayıp çok büyük değildir: Sadece küçük ağaç kümeleri ve çalılıklar yok olur, çok kıymetli bir şey değil yani. Ancak yol açıcılar ormana da saldırırlar. En güzel ağaçları kesip götürür, kalanı da ateşe verirler.”
Mekâna dair tartışmalar literatürde daha ziyade “kent çalışmaları” olarak baskın bir görünüm kazansa da kent, kapitalizmin mekandan ürettiği ürünlerden birisidir. Sermaye birikiminin yoğunlaşması ile kapitalizmin en kristalize ürünlerinden olması sahne ışıklarını üzerine toplamıştır ancak toprağın işgali çok daha kapsamlıdır. Orsenna’nın dediği gibi “her yeni kent, iki kentin arasına yerleşir”. Bu mekânsal yayılım algoritmasını anlamak açısından basit ama çok temiz bir ifadedir. Bizler kapitalizmin tarihsel gelişimini anlamak için onu dönemlere bölerek inceleyebiliriz ama onun temel ‘sürdürülebilirlik’ mekanizmalarını dönemler üstü bir bakışla görmek önemlidir.
Bu yazıda iki şehrin arasında duran, henüz orada olmayan “şehri” somutlaştırmaya çalışacağım. Kapitalizmin sürekliliği açısından kent ve kır, merkez ve çeper bitmeyen bir ilişki içerisindedir ve işte o ilişki bizzat henüz ortaya çıkmamış ama arada bir yerde olduğunu bildiğimiz kentle temsil edilebilir. Bu noktada kapitalizmin tarihsel ilerleyişini bir fetih operasyonu olarak ele almak işimizi kolaylaştırır. Bugün kent merkezi dediğimiz pek çok yer eskinin köyü ise bugün köy olan pek çok yer yarının kentidir. Fakat günümüzde dikkat etmek ve güncellemek gereken birkaç nokta var. Her köyün sermaye tarafından ele geçirilmesi kentleşme ile sonuçlanmak zorunda değildir. Bugün bu fetih cephesinin mükemmel örnekleri bizim anaakım tariflerimizde “kırsal” olarak görünebilir ve hiçbir zaman anladığımız anlamda kent olmayacak olabilir. Bunu tamamen sermayenin o mekândan ne almayı planladığı belirleyecektir. Bir tarım şirketinin bir köyde toprakları satın alması ve orada halihazırda bulunan tarım ürünü ve tarım emeği ile birlikte içererek kapatması da sermayenin coğrafyaya nüfuz etme biçimine dahildir. Köylülerin sera çalışanı haline getirilerek proleterleştirildiği coğrafyada köylünün toprağından kente sürülmek suretiyle koparılmasını görmeyiz, hiç görmeyecek de olabiliriz. Bugün köylünün konumsal olarak köyünde kaldığı, köyün hiçbir zaman kent özelliklerine evrilmediği bir işçileştirme coğrafyası da yaygınlaşmaktadır. Aynı şekilde ücra yerlerde inşa edilen OSB’ler ve etraflarına kurulan yerleşimler kent tanımında tam olarak bir yere koyabileceğimiz formlara ulaşacak mı şu andan bakınca öngöremeyiz.
Burada kategorik bakış açısından bir süre sıyrılırsak, sermaye baktığı her yerde ham madde ve “işlenecek” boş arsa görür desek abartmış olmayız. Bu şekilde madenler, OSB’ler, enerji santralleri, tedarik hatları, oteller, konut projeleri, seralar ve daha pek çok kategori kapitalizmin hükmettiği coğrafyanın genişlemesi kapsamına girer. Bu işlemlerin tarih boyunca farklı teknik tezahürleri olabilir. Planlama ve mimarlık alanlarından bakıldığında makbul görünen imar biçimleri de sermayenin tapu kadastro işlerinin teknik araçlarıdırlar. İyi tasarımlarla meslek alanından devşirilmeye çalışılan rızanın teşhiri tam bu noktada ortaya çıkar. Sıkça biçimsel bir yaklaşımla gündeme gelen “Sovyet konutları” tipolojisi ile kapitalist ülkelerdeki benzer görünümlü siteleri ayıran şey planlama ve mimari yöntem değil, mülkiyet ilişkileridir. Mekâna dair perspektifimiz biçimsel olana odaklı olduğu sürece bu hayati farkı göz ardı etmemiz çok kolay olur.
Mekansal üretim araçlarının sahipliği üzerinden biçimseli aşmak
“Burjuvazinin o temele dayanarak kendini ortaya çıkardığı üretim ve değişim araçları, feodal toplumda oluşmuştu. Ancak bu üretim ve değişim araçlarının belli bir gelişim aşamasında, feodal toplumun üretim ve mübadelesini dayadığı ilişkiler, tarımın ve imalatın feodal örgütlenişi, tek kelimeyle feodal mülkiyet ilişkileri, artık o gelişmiş üretici güçlere uymaz oldu. Bu ilişkiler, üretime destek olacağına onu frenliyordu. Giderek bir o kadar çok kelepçelere dönüştü bu mülkiyet ilişkileri. Kelepçelerin parçalanması gerekiyordu, parçalandı.”
Komünist Manifesto’da Marx ve Engels ortadan kaldırılacak türden mülkiyeti özenle tarifler. Burada özellikle burjuva mülkiyet ilişkilerinin hedef alındığı anlatılırken bunun dışında var olan durumları ayırırlar ve bunları kaldırmak isteyenin burjuvazinin ta kendisi olduğunu vurgularlar. Bu türden mülkiyet ilişkileri, örneğin köylünün ektiği tarlası, kapitalist üretim tarzının ilerlemesinin elini kolunu bağlayan kelepçeler olur. Burada güncel mülkiyet tartışmalarına bakacak olursak işçi sınıfının mülkiyet hakkına saldırıların iyice yoğunlaştığı bu dönemde elimizdeki tapunun dahi bir güvence olmayışı, her an bir acele kamulaştırma ya da kentsel dönüşüm kararıyla mülkümüzün elimizden alınması ihtimalinin oluşu daha anlaşılır olacaktır. Bir köylünün tarlasına sahip çıkma mücadelesinin neden pratik ya da teorik anlamda bir “mülkiyetçilik” olmadığı Manifesto’nun yazıldığı zamandakinden çok daha berraklaşmış durumdadır. Bu da anlaşılır bir berraklaşmadır çünkü saldırı büyüdükçe düşman ve cepheler netleşir.
Dünyanın belki de en meşhur kentsel dönüşüm projesi olan Haussmann operasyonuna kısa bir ziyaret tartışmamızın devamına sağlam bir temel olabilir. Haussman yıkımlarının isyanların bastırılması ve işçi sınıfının mekânsal denetiminin kolaylaştırılması amaçlarını hepimiz biliyoruz. Ancak bu yazıda işçi sınıfının mülkiyet ilişkilerindeki konumu üzerine düşünmeye çalışırken sokakların darlığı ve barikat ilişkisinden başka bir noktaya değinmemiz gerekiyor. Bunun için de Engels’in Konut Sorunu’nda Haussmann’a dair yazdıklarını hatırlayabiliriz.
“Gerçekte burjuvazinin, konut sorununu kendi usullerine göre çözmesinin tek bir yöntemi vardır -yani çözümün sorunu yeniden üreteceği tarzda bir çözüm.”
Engels Haussmann’ın yıkımlarına sadece yolları genişleterek barikatları önleme kastı ile kısıtlı bakmaz. “Büyüyen, Güzelleşen ve Temizlenen Paris” sloganıyla yola çıkan bu büyük proje kapitalist kentleşmenin erken dönemlerine denk gelir ve sermayenin toprak ve işçi sınıfı tahayyülüne dair çok kritik bir ders içerir. Engels, kapitalizmin dar sokakları yok etme niyetinin olmadığına ve aslında onların varlığına her zaman ihtiyacı olduğuna vurgu yapar ve bu barikat kurma meselesinden çok daha kapsamlıdır. Ona göre, Haussman dar sokakları yok ederken aslında dar sokakları yok etmek istemez, başka bir yere taşımak ister ve bu çok önemli bir tespittir. Sermaye sınıfı yoksulluğu oradan oraya taşımak, dünyanın bir kısmını hep yoksullukta sabitlemek ve sürekli yeni arazi üretmek zorundadır. Kent büyüdükçe ve çeperini yuttukça işçi sınıfını bir yerden bir yere taşımak ve daha cazip olan yerleri de sermaye sahiplerine pazarlamak pek çok açıdan getirisi bol bir süreçtir. Kendi geçimini toprağından kazanan köylüyü yerinden etmek ücretli emek nüfusunu büyütürken “boşalan” toprağı emlak piyasasına sunulacak arsa yapma işine tekabül eder. Bu döngü kapitalizmin temel varoluş mekanizmasıdır. Dolayısıyla bir yandan mevcut bir isyanı bastırma işlevi de kritik olan Haussmann operasyonu aynı zamanda merkezi yeniden üretime açıp sermayede bir dolaşıma daha sokan, işçi sınıfını çepere itip bu vesileyle çeperi de imara açan kentsel dönüşüm kavramının en “başarılı” ve “öncü” örneklerindendir.
Toprağın metalaşması ve sermaye yoluyla dolaşıma girmesi ile yeniden üretiminin daimi kılınması gerekir. Burada sermayede dolaşıma giren malın asıl alıcısı işçi sınıfı değildir. Ancak işçi sınıfının da bir yerde uyuması gerekir, hiçbir şey değilse ertesi gün çalışmaya devam edebilmesi için… Bu mecburiyetle birlikte kira ya da konut kredileri için çalışmaya mecbur kılmak ve tabii ki çeperleri kapsadıkça yeni mülksüzleştirme ve işçileştirme dalgaları üretmek kapitalizmin ‘sürdürülebilirlik’ stratejisidir. Burada işçi sınıfı emek gücünü satma ve borçlanma karşılığı kendisine yatacak bir yer edinmeye çalışan çoğunluktur ve bu çoğunluğun en önemli özelliği her zaman yerinden edilebilir olmasıdır. İşçi, köylü bir değil birden çok kere sürülebilir. Örneğin 1980’lerin başında İstanbul’da Fatih Sultan Mehmet Köprüsü inşa edileceği zaman ilk projede bir villa sitesinin üzerinden geçen hat villa sahiplerinin isteği üzerine değiştirilmiş ve hemen oracıktaki gecekondu mahallesinden geçirilmiştir. Bu mahalle Anadolu yakasında henüz altyapısı dahi olmayan bir yeni konut bölgesine sürülmüştür. Bu bölge 2000’li yıllarda yeniden kentsel dönüşüm alanı olduğunda göç etmek yine işçi sınıfının omzuna kalmıştır. Zenginler için durum böyle değildir. Onlar ikametlerini seçme özgürlüğüne sahip olan sınıftan oldukları için ilerleme cephesinde topraktan üretilen yeni rantın alıcısı ve fetih cephesinin bir nevi de fonlayıcısı olurlar. Bu esnada emek gücünü satarak burjuvazinin mülkiyet alanını genişletmek için de çalışan işçi sınıfı mülkiyet ilişkilerinden giderek daha çok koparılır. Köyden kente gelmek yetmez, köyde kalan tarlanın da yok edilmesi gerekir. Bu şekilde sermaye sınıfı karşısında tamamen köksüz bir nesne olabilir, alınıp satılabilir, öldürülebilir bir bedene dönüştürülebilir.
Bu şekilde işçi sınıfının sürüldüğü her yerde bir servet transferi gerçekleşir ve merkez-çeperin daimî dönüşümü, hareketi bu dinamik ile ilerler. Köyün kent tarafından işgalinin yolu yordamı da budur. Kapitalist düzende işçi sınıfı tarihin olduğu gibi mekânın da nesnesi haline getirilir. Bir eşya gibi evinden çıkarılabilir, başka bir yere koyulabilir. Burada Marx ve Engels’in Manifesto’da yaptığı mülkiyet ve burjuva mülkiyeti ayrımının hayatiliği daha anlaşılır olur. Harvey’in vurguladığı üzere, kapitalist olmayan mülkiyet ilişkilerinin mutlaka dağıtılması gerekir çünkü toprak her zaman bir üretim aracı olarak kullanılabilir. Kendi toprağında üretim ve barınma imkanı olan insan özne olmaya daha yakındır, ve tabii ki bu yüzden işçi sınıfının üretim araçlarının mülkiyetinden tavizsiz koparılması gerekir. “Emek ücretli emek formunda tutulacaksa emekçinin toprağa özgürce erişiminin engellenmesi zorunludur.” Tam bu noktada da emekçi nüfusun dünya üzerinde kapladığı toprak, sermayenin çitleme saldırısına karşı bir cephe olarak düşünülebilir.
Haussmann ve dar sokaklar üzerine bu bahisten sonra konuya girme sebebimizi yeniden hatırlayarak devam edersek, coğrafyaya bakışımızda burjuva planlama ve mimarlık uzmanlıklarından bakarak biçimsel bir analojiye sıkıştığımızda bir kentsel dönüşüm operasyonunun günümüz gerçekliğine söyleyebileceği pek çok sözü kaçırma riskimiz artar. Elbette dar bir sokakta mevzi tutmak daha kolaydır ancak günümüzde en dar sokakları dahi turlayan kolluk araçları mevcuttur. Kaldı ki 21. yüzyılın rıza üretme mekanizmaları çoğu zaman görünmez ve güçlü bir saldırı ile mekanı ‘zahmetsizce’ işgal etmektedir. Engels’in sermayenin niyetini yeni dar sokaklar üretmek olarak tariflemesi ile açılacak önemli sorular vardır. Çok basit bir yerden bakarsak, dar sokaklar sadece barikat anlamına gelmez, aynı zamanda evimiz yandığında itfaiyenin ulaşması, hastamız olduğunda ambulansın girebilmesi anlamına da gelir. Zenginler kendilerine hiçbir zaman dar, çamurlu sokaklar inşa etmez. Hiçbir mahallede yoksul insanlar damı akan gecekondularda yaşamaya devam etmek istemez. Sermayenin saldırıları karşısında tutunacakları başka dal olmadığı için bu evleri bedenleri gibi korurlar. Burada gecekondulardan düzgün inşa edilmiş bahçeli villalar gibi bahsetmek ve buradan bir kof romantizm üretmek uzun bir süre Birleşmiş Milletler’in Habitat Konferanslarının teması olmuştur. Sermayenin kurumları böyle güzellemelerle “kendi evini kendin yap” gibi sloganlarla gettoları meşrulaştırırken Haussmann’ın o temel amacını yani yoksul mahallelerinin varlığını sürdürülebilir kılmayı amaçlar. Maalesef bu türden görüşlerin sosyalist siyasete sızmaları da olmuştur. Ama bu yerlere gittiğinizde insanların en basit belediye hizmetini alabilmek için dahi polisle kavga ettiği bir hakikat görürsünüz. İşte devlet de insanları kentsel dönüşüm projelerine tam bu görünmez kılınmış noktadan ikna eder. Mimari açıdan beğenip beğenmeme konforuna sahip küçük burjuva analizler ne derse desin, insanlar derme çatma evlerinde muşamba gerilmiş pencerelerden doğalgazı olan apartmanlara geçmeye ikna edilebilir durumdadır. Burada dar sokaklara kurulacak barikat değildir tek eksiğimiz, doğru politik tahlil ve stratejidir. İşçi sınıfının en temel hakkıdır en güzel koşullarda yaşamak ve bu tahayyüle sahip bir sosyalist müdahelenin olmadığı yerde düzen içi çözümleri tercih etmesi yine küçük burjuva muhalefetin düştüğü halkı rantçılıkla suçlamak hatasını doğurur. Gecekondu mahallesi sakini bir abla “ziyarete gelip gecekonduna sahip çık diyorlar, sonra 3 oda 1 salon doğalgazlı evlerine dönüyorlar. Çok güzel bir şeyse yer değiştirelim” derken tam bunu kasteder. Dolayısıyla Engels’in Haussmann’ın “temiz Paris” projesine baktığında başka bir yerde oluşacak yeni dar ve çamurlu sokaklar yaratma niyetini görmesi keskin bir politik tahlildir ve liberal kent literatüründe sokakların genişliği üzerine yazılan binlerce analiz kadar yer etmemiştir. İşçi sınıfının iyi bir yaşam istemesinden daha tehlikeli ne olabilir sonuçta!
Sermayenin küresel coğrafyası ve dar çamurlu sokakların merkezleşmesi
“Paris, dünyanın dört bir yanına yayılmış merkezler ve çeperler mozaiğinden oluşan daha büyük bir kentsel dokunun hücre hali, Paris’ten Filistin’e, Londra’dan Rio’ya, Johannesburg’dan New York’a kadar geçerli olan sosyo-mekânsal ve ırksal ayrımın yamalı örtüsüdür.”
Tartışmayı tam da Engels’in üzerinde durduğu noktaya tarihsel gönderme içeren bir kavramla devam ettirmek günümüzle bağlantıyı kurmak açısından faydalı olacak. Andy Merrifeld mevcut kent literatürüne bu yazıda yaptığımız eleştirilere paralel bir yerden yaklaşarak bugün yaşanan mekânsal işgali ‘yeni Haussmannlaşma’ olarak tarifler. ‘Yeni’ ön ekli kavramsallaştırmalara her zaman biraz mesafeli olmak gerektiğini düşünmekle beraber, bu tanımın kendisinin ne kadar isabetli olduğu bir başka tartışma konusu olabileceği şerhi ile Engels’in gördüğü kritik nüveyi sürdürmesi açısından önemli bir bağlantı olarak işlevsel olacağını düşünüyoruz. Merrifield günümüzün coğrafyasında sermayenin işgalini bu şekilde tanımlarken bu kavramı “dünyanın her tarafından milyonlarca insanı o derece çepere itmiş küresel-kentsel bir stratejidir ki artık bu insanların çeperleştirilmiş olduğundan bahsetmenin bir anlamı kalmamıştır” şeklinde açar.
Bu kadar yaygın bir sürgün neticesinde çeperler geleneksel şehir formu ötesinde bir coğrafyayı inşa eder ve Haussmann’ın dar, çamurlu sokakları geleceğin merkezleri olur. Tam bu noktada 21. yüzyılda ‘temiz Paris’ projesinin küresel ölçeğine baktığımızda 19. yüzyıl’ın merkezlerini ve hatta kentlerini aramak ne kadar gerçekçi olur? İstanbul örneğini düşünürsek, Esenyurt’a neye göre, ne kadar çeper diyebiliriz örneğin? Esenyurt’un sınıfsal katmanlaşmasını nereye referansla okuyabiliriz? Kendi içerisinde nereleri merkez nereleri dar sokak olarak tanımlayabiliriz ya da çepere koyabiliriz? Eğer merkez ve çepere dayalı bir sınıfsal mekân analizinin geçerli olabileceğini düşünüyorsak Kadıköy’ü merkez yapan tam olarak nedir? Merkezlerin içinde kiralarını ödeyemediği için 3 odalı evlerde 7-8 kişi yaşayan ücretli emeği bu referans sisteminde nasıl haritaya yerleştirebiliriz? Belli ki durum artık çok daha karışıktır ve ana akım analizlerin yaşam tarzlarından öte pek bir dayanağı yoktur. ve kapitalizmin mekânsal stratejisi açısından üzerine kurulan cümle çokluğu ile doğru orantılı bir önem arz etmez. Burada artık esas olan merkez çeper ilişkisi olmaktan çıkmıştır. Şunu belirtmek gerekir ki aslında mesele hiçbir zaman bu koordinatlar olmamıştır. Bugün kent literatürünün merkez tanımlaması kentten ziyade literatürü yazanların ikamet adresleri ve kendilerini merkez addetmeleriyle ilgilidir ve bu referans noktası olma haddiyle de tartışmaları uzun süredir bu çerçeveye kapatmıştır. Bu başka bir tartışma konusu olduğu için çok detaylandırmıyoruz ama buna Anadolu coğrafyası dahil her coğrafya için günümüze uygun bir bakışla bu çerçeveleri kırıp yenilerini inşa etmek gerekliliği üzerinden değiniyorum.
Burada merkezi teorik olarak da terk edersek Zorlu Holding’e direnen Kalemoğlu köylüsünün “Bize yoksunuz diyorlar. Nereye giderseniz gidin diyorlar.” diye isyan ederek sorduğu sorudan devam edebiliriz: “Burası kimin toprağı?” Anadolu coğrafyasına baktığımızda her adım başı bu soruya çarparız. “Kimin toprağı burası?” Agrobay işçilerinin bir altın bilezik görmemiş bileklerine kelepçe takanlara köylüler “kimin polisisin sen?” diye sorar aynı şekilde. Kamusal haciz aracı olan acele kamulaştırma her gün kimin toprağını alıp kime vermektedir? Kapitalist mülkiyet ilişkisinde toprak finansal bir varlık olur ve mülkiyet haklarının ticareti yapılabilir olur. Tüm coğrafya bir savaş alanıdır ve yine Kalemoğulu köyü başka köylere seslenirken şu önemli vurguyu dile getirir: “Birbirimizin farkına varmalıyız.” Bu geniş savaş alanda başka başka cephelerde savaşan işçi sınıfı birbirinin farkına varmalıdır. Bu noktada kent ve kırı da aynı merkez ve çeper gibi aklımızın bir köşesine itmemiz gerekir. Çünkü kapitalizmin kadastral faaliyetleri çoktan en ücra köşelere erişmiştir. Yayımlanan acele kamulaştırma kararlarında okuduğumuz parsel listeleri zaten tarlaların çoktan devlet tarafından kaydedilmiş, vergi sistemine dahil edilmiş olduğunu gösterir. Karşımızda 18. yüzyıl kırsalı varmış gibi davranamayız. Burada sermayenin önceden gelip kaydettiği malları şimdi, sermayeye sunuşunu izleriz. Peki önümüzdeki tablo nasıl oluşmuştur ve yapısı neye benzer? Bu noktada sermaye sınıfının en çok da devlet aracılığıyla yürüttüğü operasyonları anlamak gerekir. Bunun için de küçük burjuvanın teknik alan üzerindeki hegemonyasından sıyrılmak ve coğrafyayı sınıf ve sermaye ilişkileri üzerinden değerlendirmemiz gerekir. Bu noktada düşmanı ve araçlarını tanımak hakiki savaş alanlarını anlamaya ve ayakları yere sağlam basan stratejiler geliştirmeye katkı sunar. Bu yazıdaki anlama çabası da bu yönde bir çabadır.
Sermayenin toprak ihtiyacını karşılamanın teknik araçları
Toprak çitlemenin tarihi Avrupa üzerinden oldukça kapsamlı ele alınmış bir konudur. Ancak ana akım kent tarihinde modernite söylemsel ve biçimsel bir izolasyon ile kapitalizmin seyrinden koparılmıştır. Bu noktada dil bariyeri ve ulusal tarihin kapitalizmi anlamayla aramıza koyduğu mesafe sebebiyle biz kentleşmeyi 20. yüzyıldan okumaya başlarız genel olarak. Bu mesafe Koç Holding’i seven bir muhalefet yaratmaya yarayan akılla paraleldir ve kapitalizmin de koskoca bir coğrafyaya o çalkantılı 19. yüzyıl boyunca uğramamış olabileceği gibi tuhaf bir fikre ikna etmiştir kent tarih yazımını.
Odaklandığımız mücadele alanı ‘Anadolu’daki küresel fabrika’ olduğu için bu yazıda Anadolu coğrafyasının çitleme tarihine değineceğiz. 1839’da Gülhane Parkı’nda hepimizin adını defalarca duyduğumuz bir metin okunduğunda özel mülkiyetin de bahsinin geçtiğini duymuşuzdur. Ancak Tanzimat Fermanı’nın bu boyutu bir detay olarak kalmıştır. Bu bağlamla ilgilenen çalışmalar olsa da tarihsel materyalist bir analizi yani somut durumun tahlili üzerinden özel mülkiyet vurgusunun neye tekabül ettiği sorusunun cevabı gölgede kalmıştır. Kent tarihinin mihenk taşı addedilen Jansen Planı, Proust Planı gibi ‘projeler’ öncesinde Anadolu coğrafyasında 19. yüzyıl boyunca süren dev bir çitleme hareketi yaşanır ve aslında bu esnada kapitalizmin iktisadi coğrafyası idari, hukuki, teknik ve bürokratik boyutlarıyla inşa edilir.
Toprağın sermayede dolaşıma girmesinin temel olarak iki biçimi vardır. Bunlardan birisi ifraz, birisi tevhid olarak adlandırılır. Çok farklı coğrafyalarda farklı amaçlar için bu iki yöntem de kullanılır ve ikisi de başka biçimlerde işlevseldir. İfraz bir toprak parçasının daha küçük parçalara bölünmesi yani parselasyon iken tevhid küçük toprak parçalarının birleştirilmesi demektir. Pierre Pinon parselasyon operasyonların kent tarihçilerinin gözünden kaçtığını ve ana akım tarih yazımının daha fazla sükse yapan merkezi ya da yerel kamu projelerinin tarihine odaklandığını ifade eder. 18 ve 19. yüzyıl Londra’sında aristokrasinin geniş topraklarının parsellenerek uzun vadeli kiralanması ile başlayan bir mülkiyet dönüşümü süreci vardır. Aynı durum Almanya’da da gözlenir. Tarım arazilerinin emlak spekülasyonuna açılması ve toprak sahiplerinin kapitalist girişimcilere dönüşmesi bu sayede olur Pinon’a göre. Aynı durum Anadolu için de geçerlidir ve Tanzimat döneminin en az bahsedilen ama en kritik özelliklerindendir. Pinon, Avrupa’nın kendi coğrafyasındaki parselasyon yerine sömürgelerindeki imar planlarını anlattığından bahseder. Burada politik bir tercih söz konusudur. Tarih yazımına dair tartışmayı uzatıp konuyu dağıtmayacağız ama tam olarak bu tercih vesilesiyle kapitalizmin toprakla kurduğu ilişkinin mekanizmaları özenle çizilmiş imar planları ile süslenmiş ve kamuoyuna ‘kapitalist’ sıfatıyla değil ‘modern’ sıfatıyla sunulmuştur. Burada kısaca değindiğimiz ifraz ve tevhid kavramlarını anahtar olarak aklımızda tutarsak Anadolu’da 19. yüzyıldan 21. Yüzyılda uzanan çitleme operasyonlarının çeşitli formları da daha anlaşılır olur.
19. yüzyılda, henüz İstanbul denildiğinde bugünkü tarihi yarımadanın anlaşıldığı ve Kadıköy, Üsküdar dahil pek çok yerin ‘çeper’ ve hatta ‘taşra’ olduğu bir zamanda 1839 eşiğiyle birlikte devletle toprak sahipleri görünmez bir anlaşma yapmışçasına arsa satış talepleri ile dolmaya başlar arşivler. “Parça parça satılmasına” söz öbeği o güne kadar sadece geleneksel emtia yani demir, pamuk, buğday vb. için kullanılmışken, bir anda ‘gökten inmiş’ gibi bağ, bahçe, bostan, orman, askeri alan vb. için yani toprak için kullanılmaya başlar. Peki bu bağ, bahçe parçalayıp satma işi nedir? Tam olarak bugün merkez diye bildiğimiz pek çok mahallenin inşasına vesile olan sürecin ta kendisidir.
Henüz cumhuriyetin prestij projeleri ortada dahi yokken bu parselasyon operasyonları geniş bir coğrafyayı kuşatmış ve devlet, Pinon’un dediği gibi toprak sahiplerini birer girişimci kılarak toprağın alınabilir satılabilir bir meta oluşunun yolunu açmıştır. Bu esnada satış işlemlerine kaldırım, kanalizasyon gibi altyapı inşasını da şart koşmuştur. Belediye arşivleri bu dönemde yüzlerce parselasyon çizimi ile dolar taşar ve bunların içerisinde sayısız “kamulaştırma” tartışması gizlidir. Kaldırım vergisi örneğin, halkın öyle tek seferde kabul ettiği bir şey olmamıştır. Bu noktada binalara ve sokaklara dair adını duyduğumuz birçok yönetmelik toprak üzerinde yaşanan çatışmaların sonucunda devlet bürokrasinin halkın itirazlarını devre dışı bırakma taktikleri olarak ortaya çıkmıştır.
Burada bu yazıyı ilgilendiren bu sürecin detayları değil tabii ki. Altyapının, devletin mülk sahibi ve belediye gibi taze kurumlar arasında kurduğu ilişki ile inşası ve şehrin “kentleşen” taşrasının önemli bir unsuru oluşu ile bu süreçte daha çok toprağın kadastral alana alınması, dolayısıyla da vergi sistemine dahil olması önemlidir. Burada kapitalist bir bürokrasi de, belediye ve diğer tüm kurumlar ile birlikte inşa olmaktadır. Sermayenin yönetmeliklere ihtiyacının en temel kaynağı yapması gereken işin ölçeğinden kaynaklanır. Komünist bir dünyada bilimsel yönetmelikler olmayacağını düşünemeyiz, burada toplumsal yararı gözeten yönetmelikler yazma ve uygulama gündemi önemlidir. Tam da bu yüzden bağ, bahçe, su kaynakları parsellenip satılmasın diye yazılmış sayısız toplu dilekçe 19. yüzyıldan bugüne birer arşiv unsuru olarak kalmıştır. Burjuva hukuku eleştirisi bu yenilmiş itirazlarla çok daha iyi anlaşılabilir. Ancak buradan hareketle insanların her dönemde itiraz etmeye dair ellerindeki araçları sonuna kadar kullandıklarını da not etmek gerekir.
Başta dediğimiz gibi işçi sınıfı için her daim yeni sorunlar üreterek kendi sorunlarını çözen kapitalizm devasa ölçekte ve katman katman ilişkiyi organize eden işleyişi için bir kod oluşturmaya muhtaçtır. Araçları gelişkindir. Sermaye sınıfı devlet aracılığı ve ortaklığıyla bürokrasiyi yönlendirme kabiliyetini elinde tutar. Yamalı bohça gibi kanunları eğip bükerken her satırını yazar, siler, yeniden yazar. Buralara mücadeleler ile nüfuz edilebilir elbette ama zor kimin elinde ise metnin ana gövdesi onun elindedir. O zamandan bugüne hâlâ tarlasını ya da emeğini savunanın haykırdığı “kimin polisisin sen?” sorususun cevabı değişmiş değildir.
Parselasyon ile bağı, bahçeyi ‘kentin’ hükmüne sokma süreci devam ediyor. Ama burada bir kent yaratmak değil arsa yaratmak temel motivasyondur. Bu tarihsel süreçte daha geniş ve yapılandırılmış planlar yapma ihtiyacı bu adımın sonrasında gelir. Burada kurulmuş olan neden-sonuç ilişkisi ana akım okumada hatalıdır. Kent yapmak için kent planı çizilmemiştir, parselasyonun birikimini daha büyük ölçekte düzenlemek gerektiği için çizilmiştir. Sonrasında icat edilen teknik araç ve yöntemler de aynı mantıkla var olur. Örneğin 1950’lerde kent mekânında birikim yoğunlaştıkça yeniden arsa üretim ihtiyacının sıkışması kat mülkiyeti yasasını doğurmuştur. Burada artık elimizdeki tapu tam da Harvey’nin işaret ettiği gibi kapitalist devlet tahvillerinden ya da hisse senetlerinden farksız bir finansal varlık olma karakteri ile berraklaşır. İşgal ilerledikçe modernlikle falan üstü örtülemez hale gelir arsa spekülasyonu. Tapunuzda yazan toprak hisse oranınız karşılığında 3 oda 1 salon bir konut alırsınız. Bunlara manzara, konum, asansör, havuz gibi onlarca takı takabilirsiniz. Ve bir süre sonra elinizdekinin bir kağıt olduğunu unutursunuz ve yoktan var edilmiş dairenizi gerçek bir hak sahipliği sanmaya başlarsınız. Bu hakikatle kentsel dönüşümün girdiği mahalleler yüzleşmiştir. Plancı Ceyhan Çılğın’ın isabetli tanımı “hak sahipliği yoluyla mülksüzleştirme” buralarda yıkımlardan sonra elindekinden de olma işini görür. Ama bu yoktan var edilen değerin en sert yüzleşmesini 6 Şubat depremini yaşayanlar görmüştür. Senelerce kredi ödediğiniz daireniz yeniden toprak olduğunda spekülasyon da sıfırlanır. Artık kağıdınız ödediğinizi alacak bir değer taşımaz. Maalesef hiçbir zaman da ödediğiniz değer orada var olmamıştır.
Harvey, bu şekilde toprak ve faiz arasında sıkı bir ilişkinin doğduğunu vurgular. Bu noktada toprağın finansal bir varlık olarak sermayede dolaşıma girmesi konusunda tamamen nakitle alınabilir olmamasının da kasıtlı olduğunun altını çizer. Toprak üzerindeki ipotekli krediler, gayrimenkul üzerindeki ipotekli krediler, devlet vergileri gibi pek çok kategori ile alınıp satılan şey salt topraktan çok daha fazlasıdır, üzerindeki rant da bir hak olur. Kat mülkiyeti, elde edilebilecek ranta dair ucu açık bir alan yaratır. Burada belediyeler de merkezi yönetim de işini aksatmadan yaparak 10-15 senelik periyotlarla imar hakları verir. Kentsel dönüşüm tabirini 2000’li yıllarda icat etmiş olabilirler ama mekânı hiç durmadan yeniden üretme ihtiyacı ile sermaye kenti hep dönüştürmüştür. Herhangi bir mahallenin kısa tarihine baktığımızda bir parselasyon uygulaması ve takiben durmadan artan bir kat artışı silsilesi görmek çok yaygın bir örüntüdür.
Krediler ile alınıp satılır olan toprak ve üzerindeki her tür rant sayesinde birikimler azalır, sermayenin serbest dolaşımı en üst düzeye çıkarılır. Küçük bir toprak sahibi olan herkesin “katılabileceği” bu alanda egemen sınıfın oyunu ile işçi sınıfının oyunu birbirine benzemez. Şehir plancısı Geoffrey Payne, bir gecekondu mahallesinde tapulandırma çalışması yapılmasının iki sonucuna dikkat çeker: Mal sahipleri için toprak rantından faydalanma imkanı sağlayan bu işlem kiracıları ve aslında değeri artan toprakta yaşamaya yetecek geliri olmayan mal sahiplerini konut edinme hakkının dışına iter. Peter Ward da yine tapulandırma işlemlerinin yoksulları vergi tabanına giderek daha çok dahil etmek işlevi gördüğünü vurgular. Burada yaratılan tapulu/ tapusuz ayrımı da mahallelere sahip çıkmaya dair kolektif iradeyi parçalar, barınma mücadelesini bireyselleştirir. Dolayısıyla tapu kadastro işlemlerinin cephesi genişledikçe yeni bir “çeper” de beraberinde oluşur, mülksüzler bir kere daha sürülür ve yeni yerler bulmak zorunda kalır.
Barikatı yıkan zor ve rızaya karşı hakiki barikatı inşa etmek
“Haziran günlerinde hiç kimse, mülkiyetin kurtarılması ve kredi sisteminin geri getirilmesi için, Paris’in küçük burjuvaları kadar bağnazca mücadele etmemişti. Butik, tüm gücünü toplamış ve sokaktan butiğe insan akışını yeniden sağlamak için barikatın üzerine yürümüştü. Ama barikatın arkasında butiğin müşterileri ve borçluları, önünde ise alacaklıları duruyordu. Barikatlar yıkıldığında ve işçiler ezildiğinde, zafer sarhoşluğu içinde dükkanlarına geri koşan dükkancılar, kapılarında mülkiyet kurtarıcılarından birinin, yani kredi sisteminin resmi temsilcilerinden birinin barikat kurduğunu gördü: Vadesi geçmiş poliçe! Gününde ödenmemiş ev kirası! Vadesi geçmiş borç senedi! Batmış butik! Batmış butik sahibi!
Mülkiyetin kurtarılması! Ama oturdukları evler onların mülkü değildi; baktıkları dükkan onların mülkü değildi; ticaretini yaptıkları mallar onlara ait değildi.
Küçük burjuvalar, işçileri yere serme yoluyla, kendilerini hiç direnmeden alacaklıların ellerine teslim etmiş olduklarını dehşet içinde kavradı.”
Başladığımız yeri hatırlarsak, Haussmann’dan bugüne kalan dersin dar sokaklar sevmeyen bir devlet karikatürü olmasının arkasında gizlenen mekanizma tam da aynı biçimsel perdeleme ile modern plancılık anlatısı arkasına gizlenen mekanizmadır. Bizleri AKP ya da başka bir hükümeti yegane rantçı ilan etmeye ve hatta bir inşaat malzemesini suçlu görmeye iten delüzyon tam olarak budur. Betonarme bize kendi kendine zarar veremez ve geniş sokaklar devrimi tek başına engelleyemez. Binlerce işçi bir fabrikayı işgal edebilir, bir köy topyekûn bir araya gelip jandarmayla çatışabilir ve bunların hiçbiri için sokak yönetmeliğinde belirtilen metrelerin bir önemi yoktur. Ancak ne kadar çok emekçi bir ucundan bu sisteme dahil edilerek örgütlü toplumsal bir varoluştan bireysel hukuki bir varoluşa kaydırılırsa sınıfın cephesi o kadar zayıflar, işgalin cephesi o kadar güçlenir. Yeterli sayıda insanın Haussmann’ın açtığı bulvarları da kapatabildiğini gözlerimizle gördüğümüz bir çağda yaşarken artık burada meselenin mülkiyet ilişkilerinde gizli olduğunu da görebiliyor olmamız gerekir.
Buraya kadar çizmeye çalıştığımız perspektifle coğrafyaya baktığımızda her gün başka başka yerlere ilişkin karşımıza çıkan acele kamulaştırmalar, riskli alan ilanları ya da arazi toplulaştırmaları ile sermayeye transfer edilen liste liste parseller birbirinden bağımsız görünmekten çıkabilir. Burada büyük bir alanı ifraz ile parsellere bölüp imara açmak ile küçük tarlaları tevhid ile toplulaştırıp tek elden holdinglere sunmanın ortak bağlamı netleşmelidir. 19. yüzyılda inşa edilen bürokrasi devlet kapitalizmi olsun neoliberal kapitalizm olsun istifini bozmadan kendi dönemsel sürdürülebilirlik ihtiyaçları doğrultusunda ifraz ve tevhidi şekilden şekile sokarak toprağı arsa yapmaya devam etmiştir. Bu süreçlerde işçi sınıfına düşen pay mücadelesinin kazanımları ile değişmiş, dönüşmüş ama henüz topyekûn bir proletarya diktatörlüğünün yokluğunda temelden sarsılmamıştır. Ve yukarıda bahsettiğimiz türden delüzyonel anlatıların ana akımlaşması ile bizlerde devletin kadastral faaliyetlerinin kalesi olan belediyeleri kurtuluş aracı olarak görecek düzeyde geniş bir rıza inşa etmiştir. Neumann’ın vurguladığı üzere ilk kurulan belediye meclisleri, bugünden hiç farklı olmayan biçimde, mülk sahipleri, bankerler, sermayedarlar gibi kesimlerden oluşur. Bugün durum 19. yüzyıldan farklı değildir. Kamuda tasarruf paketi ile hedefe koyulan belediye emekçilerinin haklarının en sert biçimlerde budandığı taşeronlaşma dönemi tam da belediyelerin kurtuluş kapısı olarak lanse edildiği döneme denk gelir ki bu üzerine ciddi anlamda düşünülmesi gereken bir başka delüzyondur. Bu perdeyi araladığımızda TOKİ ile KİPTAŞ arasında makyajlarından daha derin bir fark olmadığını görebiliriz. Karanfilköy halkının payına düşen Paris banliyölerine sürülen işçi sınıfından farklı olmayacaktır.
Kapitalizmin iktisadi coğrafyasında parsellere bölünen toprak ve hayatları oradan oraya sürülen işçi sınıfının durumu en dolaysız ilişki ile birbirine bağlıdır. Bugünün acele kamulaştırması birbirinden başka pek çok köylüye ait onlarca, yüzlerce parseli bir listede eritip enerji piyasasına ya da maden şirketlerine sunarken tek bir tarlaya kendisini siper eden Hatice Teyze bize çok önemli bir cümle söyler:
“Kepçelerle çiğneyecek oldular, korkmadım, yılmadım. Dizinin üstüne çantasını koydu para teklifi oldu, kanmadım, almadım.”
Marx’ın barikatların yıkılışına dair bahsettiği işbirliği Hatice Teyze’nin karşına çıkan çantada da görülür, tüm ilişki ağları ile iktidarından muhalefetine birlikte yürütülen rıza inşa mekanizmalarında da görülür. Kapı kapı gezip “ikna etmeye” üşenmeyen düşmanın karşısında kapı kapı gezip bu işgal cephesine kendisini siper eden herkesi yalnızlıktan örgütlülüğe taşımak bu yüzden elzemdir. Kepçe gelmeden önce düşman dolaşmaya başlar, düşmanın bir adım önünden gidip kök salacak bir konum tespitine dair yeterli veri vardır, iş ki bunları görüp planlayalım. Elimizi korkak alıştırmazsak bugün çok güncel bir konu olan lojistik ağlar ve koridor savaşları konusu ile adını sanını dahi duymadığımız kendi halinde bir köydeki bir maden, bir GES ya da bir OSB için verilen acele kamulaştırma kararı arasındaki ilişkiyi çok daha rahat kurarız. Bize düşen Hatice teyzelerin “tek parsellik” direnişlerini bu geniş ilişki ağında birleştirmek ve holdinglere karşı geniş cephemizi düşmandan daha keskin şekilde büyütmek olmalıdır. Zorlu Holding’in nikel madenine direnen Kalemoğlu köylüleri talan altındaki Anadolu coğrafyasındaki başka başka “parsellere” şöyle seslenir: “Birbirimizin farkına varmamız ve birleşmemiz lazım.”
Beş senelik anlamsız periyotlara bölünmüş seçim telaşlarından sıyrılmak, önümüze zafere kadar sürecek bir tarih koymak, sermayenin fethi karşısında liste liste parsellere indirgenmiş hayatları gaspın listelerinden çıkarıp örgütlü mücadelenin saflarında birleştirmek gerekir. Bugün henüz var olmayan şehirleri anlamak üzere başlamıştık yazıya, bununla bitirelim. Henüz zapt edilmemiş cepheleri keskin bir görüşle tespit edip kendimizi merkeze koyan merkez çeper tartışmalarının ötesine geçen ve Anadolu’daki Küresel Fabrika’nın tek bir parseli ile tedarik zincirleri arasındaki dolaysız bağlantıyı kavrayan bir ön alma mücadelesi inşa etmek bu devasa çitleme saldırısı karşında acil bir görevdir.