Bu yazı ilk olarak Komite Dergisi’nin “Küresel Fabrika ve Proletarya Devrimciliği” başlığıyla 2024 Ekim ayında çıkan 34. sayısında yayınlanmıştır.
2024 yılının ortasındayız. İnsanlık tarihi için zerredir hayatımızın şahit olduğu kesit. Devrimci olduğumuz için tarihin tüm anlarında var olmuşuz gibi, geleceğin her anında da olacakmışız gibi hissediyoruz zaman zaman. Bu her insanın şahitlik edebileceği bir duygu değil. Kopuşlar, reddedişler, direnişler, bedeller, emekler, özveriler, yenilgiler ve başarısızlıklar, cüretlerle ve elbet başarılmış devrimlerle inşa edilmiş tarihsel bir konum. Fikir, çaba, irade ve birazcık talih!
Proletarya devrimciliğindeki devrimcilik vurgusu proletaryanın bir sınıf olarak tarihsel koşullanmasından, ontolojisinden kaynaklanır. Proletarya devrimcidir çünkü tüm insanlığın eşitlik, özgürlük idealinin bilimsel doruğu olan komünizm, onun yıkım ve kuruculuk diyalektiğini kendi bedeninde ve kendi kurtuluş mücadelesinde cisimleştirmesinden ileri gelir. Proletarya, sermaye sınıfını, onun somut varoluşunu dayandırdığı kapitalist devlet aygıtını, devletin işbirlikçisi olarak koruyup donattığı ara sınıfları dağıtıp yıkarken sınıfların hükümranlık zemini bir daha insanlığa ve insanlığın da ayrılmaz bir unsuru olduğu doğaya musallat olmasın diye bizzat kendi varlığını da yok eder, ortadan kaldırır. Bu radikal kendi kendini tasfiye sürecinden doğar işte onun devrimci hüviyeti. Komünizm imkânı işte bu kendi kendini ortadan kaldırma pratiği içinde somut bir toplumsal oluşa, hakikate varır.
Kapitalizm ortaya çıkmadan önce devletli toplumlardaki sınıfsal, toplumsal kavgaların deviniminin sonunda insanlık ve bir parçası olduğu doğa, işçi sınıfında özgürlüğün ve eşitliğin yıkıcı kurucu olanağını bulmuştur. Kapitalist üretim tarzının ve bu üretim tarzının çekirdeğini oluşturduğu toplumsal formasyonların ve bunların siyasi biçimlerinin mezar kazıcısı proletaryadır. Bugün bu tarihsel gerçekliği çarpıtıp ‘ezilencilik’, ‘sosyalizmcilik’ anlatanlar işte bu devrimci zemini ortadan kaldırıp en ‘radikal’ biçimde ifade ettikleri programlarla son tahlilde insanlığın yegâne kurtuluş yolunu kapitalist zemin içinde tutma çabasını temsil ederler. “Ancak proletaryanın kurtuluşu insanlığın kurtuluşudur” önermesi olmadan gerçekleştirilecek farklı toplumsal grupların tahakkümden kurtulma mücadelelerini işçi hareketinin ekonomik temelli mücadelesiyle beraber geniş bir demokratik kitle mücadeleleri listesine ekleyenler devrimci bir konumu haiz değildir. Böyle bir konumlandırmayla hareket edenler son tahlilde sermaye fraksiyonlarının çıkar kavgasında bir öğe olmaktan öteye geçemez.
Marx ve Engels’in devrim stratejisinin temel hareket zemini proletaryanın bu öncü, devrimci, evrensel olanı yaratan konumudur. Sovyet Devrimini mümkün kılan Lenin ve Bolşeviklerin bu evrensel konumu merkeze alan bir politik anlayış üzerinden hareket emesidir. Sonra ki başarılı/başarısız devrim tecrübeleri işte bu hakikat konumundan hareket ettiler. Kuşkusuzdur ki Lenin ve devrimci partisi proletaryanın devrimci konumunun tek başına devrimcilik misyonunu yerine getirmeye yetmeyeceğini, dönemin devrimci fikrine dayanan proletarya devrimciliği politik bir güç olarak inşa edilmezse proletaryanın diğer ezilen, emekçi sınıflara önderlik etme yetisine erişemeyeceğini idrak etmişler ve bu idrakin gereklerini yerine getirmişlerdir. O yüzden proletarya devrimciliği proletaryasız, proletarya da devrimciler olmadan komünizme uzaktır diyebiliriz. ‘Devrimciler’ ifadesi ise yalnızca bir niyet belirttiği sürece sadece iyi niyetli bir kudretsizlik tanımı olur, devrimcilik esas olarak pratikte ortaya çıkar ve örgütlü, yığınsal bir mücadele kapasitesi içermelidir.
Bizler de bugün aynı yoldan ilerleyenleriz.
İhtilalci devrimci düşüncenin bu topraklardaki mayası işçi sınıfının oluşum süreçlerinin başına değin gider. Osmanlı coğrafyasının neredeyse tamamında 1700’lü yılların sonundan 1908’e, oradan 1923’lere uzanan toplumsal, siyasi dönüşüm ve kavgaların merkezinde proletaryanın doğum sancıları, doğumu ve hareketlenmeye başlaması vardır. Bolşevikleri yaratan koşullar Ethem Nejatları, Mustafa Suphileri de yaratmıştır. Ancak Bolşevikler başarırken, bizimkilerin ihtilalci devrimci müdahalesi daha ilk adımda düşman saldırıları ve ihanetlerle kesintiye uğramış, dönemin egemen nizamı devrimci gelişmeyi boğmak, proletaryayı hapis tutmak için her türlü yola başvurmaktan geri durmamıştır. Bu tarih saptırma niyeti olmayanların kolayca öğrenebileceği, apaçık ortada olan bir tarihtir, bugün kimilerinin güncel gerekçelerle bunu çarpıtması bizi bağlamaz.
Bizler, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya coğrafyasının içinde, o coğrafyaların işçi sınıflarının ve halklarının kaderleriyle de ortaklığı, fiili, fiziki münasebetlerimizi de gözden yitirmeden bileşik bir devrimin yolunu arıyoruz. Emperyalist güçler arasında rekabetin yoğunlaştığı, ABD’nin uzunca bir dönem sürdürdüğü hegemonik konumu artık aynı düzeyde sürdüremediği, siyasi ve askeri çapında gerilemeler olduğu bir dönemden geçiyoruz. Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya devlet aygıtının kontrol gücünün gözle görülür hale geldiği piyasacı modeller yoluyla emperyalist hiyerarşi içinde konumlanışlarının geliştiğini görüyoruz. Bölgesel düzeyde emperyalist blok içi gerilimler yükseliyor, uzun süreli sıcak savaşlar, askeri kapasiteleri zorlayıp rejimleri dönüştürüyor. İsrail’in Filistin halkına tüm dünyanın gözleri önünde soykırım uygulaması örneğinde görüldüğü gibi; her bölgesel savaşın tek tek ülkeleri ve de halklarını “savaşan” bloklardan birinden yana tavır almaya mecbur ettiği, giderek daha çok insanın dünya savaşından söz ettiği, emperyal ya da bölgesel düzeyde konum almak isteyen ülkelerin büyük bir silahlanma yarışı içine girdiği, kapitalist emperyalist pazarın planlamasına, işbölümüne ve sömürü planlamasına dahil edilmemiş tek metrekare toprağın, tek bir insan bedenin kalmadığı bir aşamadayız. Neoliberal küreselleşme diye adlandırılan sürecin sonunda gelinen nokta budur. Bu süreç ülkemizdeki siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmeleri de koşullandırmaktadır.
Ülkeler, sermaye birikimi düzeyleri ve siyasi, tarihi, jeostratejik konumlarıyla emperyalist işbölümü içinde bir hiyerarşiye ve mecburiyetlere razı olarak yaşamak durumundalar. Sınıflar mücadelesinin güncel atmosferini de yoğun sömürü ve tahakküme dayalı kapitalist üretim ve tedarik zincirleri belirlemeye devam etmekte. Neoliberal küreselleşme sürecinin sonunda kırın tasfiyesine paralel doğanın metalaştırılması, kentleşme, sanayileşme, dijitalleşme, işçi sağlığı ve iş güvenliği harcamalarından kaçınma, işçi sınıfına ait hak ve güvencelerin ortadan kaldırılması, çevre kirliliği, yoksulluk, açlık, servetin ve gelirlerin giderek daha az elde toplanması, baskıcı siyasal rejimlerin normalleşmesi bu çağın alametifarikaları.
İşçi sınıfının yapısı, dünya çapında iç ve dış göçlerle halkların kent merkezlerine ucuz işgücü olarak sürülmesi politikalarıyla genişlerken, çalışma biçimleri, yöntemleri, tarzları büyük değişim ve dönüşümler geçirmeye devam ediyor. Ezilen, yoksullaşan halklar dünyanın ‘merkezlerine’ milyonlar halinde ölümü göze almış kervanlar halinde akarken, kapitalist imalat sanayi el değmemiş ucuz işgücü rezerv alanlarına doğru genişliyor. Köle emeği adeta yeniden zuhur ediyor. Sermaye kanla, gaspla, talanla, savaşla birikiyor. Halklar birbirine kırdırılırken, işçi sınıfını kendi içinde bütünlük sağlayamaz kılmak için üretim, çalışma süreçlerinde esnekleştirme, güvencesizleştirme, kalite çemberleri, performans ölçüm ve ödülleri, yarışma ve rekabet dayatılıyor. Yarı zamanlı çalışma, evden çalışma, geçici kontratlarla çalışma, sigortasız çalışma, iş ortaklığı, esnaf kurye, vb. iş modelleriyle güvencesizlik biçimleri yaygınlaştırılıyor. Prekarya tanımı ve tartışmasında olduğu gibi kafa ve kol emeği arasındaki ayrım manipüle edilerek proleter sınıfların politik bütünlüğü ideolojik saldırılarla da parçalanıyor. Yaşlılar ve emekliler son nefeslerine kadar sömürü sürecinin parçası kılınmak isteniyor, bu yönde sözde reformlar gerçekleştiriliyor. Devrimci potansiyellerini ortadan kaldırmak için sömürge rantının bir kısmının aktarımıyla beslenip dizginlenen emperyalist merkezlerin işçi ve emekçi sınıfları bile son otuz yılda haklarının budandığı uygulamalarla karşı karşıya kalıyor. Dünyada adaletsizlik, eşitsizlik yaygınlaşırken gelişense devrimcilik değil. Faşist ideolojiden mülhem sağcılık türevleri yaygınlaşıyor, hatta muhalifmiş gibi görünüyor.
İçine doğduğumuz koşulları biz seçmeyiz. Onlar vardır, farkına varır ya adapte oluruz ya da o koşulların kader olmadığının, insanlar eliyle inşa edilmiş olduğunun gerçeğini kavrar ve onu değiştirmek için mücadeleye gireriz. Mücadele edilmezse koşulların esiri oluruz, sürükleniriz. Koşulları yaratanlar bizi şekillendirmeye devam ederler.
Proletaryadaki devrimciliğin rezervleri somut. Peki devrimcideki proleteri nasıl somut kılacağız?
Ülkemizde tarımdan sanayiye, lojistikten, hizmet, turizm sektörüne, kimyadan, otomotive, savaş sanayine milyonlarca insan istihdam ediliyor. Çocuk işçiler, emekli olup çalışanlar yetmiyor, göçmen işçi yığınağı yapılıyor o da yetmiyor. Her bir il, ilçe emperyalist üretim dişlileri içinde bir işlevle donatılmış. Biri tekstil, diğer gıda, bir diğeri otomotiv yan sanayi, bir diğeri mobilya, bir diğeri lojistik üssü, bir diğeri enerji, maden… Her kent ve ilçede üniversiteler, fakülteler var, liseden, üniversiteye, lisansüstü eğitimlere dek öğrenciler işsizliğin yönetimi için ya da kalifiye ara eleman yetiştirmek için emperyalist üretim dişlilerine entegreler. Yine her kentte AVMler, yeni cezaevleri, kolluk yapıları, kaymakamlık, valilik binaları inşa ediliyor. Emekçi halkımız, emperyalizmin ülkemizdeki temel yönlendirici kuvveti olan holdinglerin sömürüsüne açık bir konumda işçileşme sürecine mahkûm bırakılmış durumdadır. Çalışmazsan aç kalırsın. Devrimci olacak insanlar gökten gelmiyorlar, tam da bu sömürü cenderelerinin içinden geliyorlar. Halkımız proleterleşiyor, devrimcilik de daha çok proleterleşmeli. Peki, ama nasıl proleterleşeceğiz? Hepimizin bir fabrikaya girip çalışması mı gerekiyor?
Üniversiteler, basın, medya, kültür-sanat sektörü, askeri kurumlar ve istihbarat kurumları, yargı, jandarma, polis, özel güvenlik şirketleri, bakanlıklar, belediyeler, patron ve sarı işçi sendikaları, odalar, borsalar, STKlar, sağ-sol partiler, tarikatlar, mafyalar, yarı resmi paramiliter oluşumlar, vb. hepsi birer holdingci güçtür. Tamamıyla emperyalist direktiflerin coğrafyamızdaki ana taşıyıcı kolonu olan holding merkezlerinin çıkarlarını kendi alanlarında korumak karşılığında toplumsal artıktan işçilere, emekçilere göre daha yüksek pay alırlar, ayrıcalık elde ederler. Bu güçler her yerelde olası bir toplumsal isyanı, proleter kalkışmayı yatağında bastırmak bilinci ve göreviyle hareket eder. Bu doğrultuda oligarşik güç ilişkileri oluştururlar. Bu güç ilişkileri araçlığıyla emeğin ve doğanın talanından elde ettikleri payı korumaya, genişletmeye çalışırlar. Emekçi sınıfların farklı bölüklerine işyerlerinde ya da kent hayatında küçük ayrıcalıklar sunarak bunları içeriden bölmeye çalışırlar. Bu bir yakını kamuda işe aldırmak ya da sarı sendikaya delege yapmak olabilir. Bir işletmenin servisini iki araçla taşımak, bir park işletmesini almak olabilir. İşyerinde küçük çaplı amir yapılmak, alışverişte tercih edilen esnaf olmak olabilir. Egemen sınıfların yereldeki uzantıları bütün kudretlerine, resmi, yarı resmi silahlı güçlerine, siyasi, dini organizasyonlarına rağmen kendilerine güvenmez, isyan korkusunu gidermek için biteviye emekçi sınıfları kontrol altında tutacakları, bölecekleri, kendilerine taraf yapacakları ya da hareketsiz kılacakları yollar ararlar. Yerel ve ulusal medyayı da, camideki vaazı da, tribündeki tezahüratı da, sosyal medya fenomenini de bu amaç doğrultusunda organize ederler. Sağcı olabilirsin, solcu, ülkücü, şeriatçı hatta sosyalist olabilirsin ama egemen sınıfın çıkarlarını sorgulayamazsın, güç ilişkilerini sorunsallaştıramazsın. Şimdi peki bir proleter devrimci olarak sen tek başına bu tabloyu devrimci anlayış ve tarzla nasıl değiştirebilirsin? Kısa yol var mı? Kısa yol yok. Uzun ve meşakkatli bir yol var. Ancak herhangi bir yerelde, üniversitede, lisede, fabrikada bu ilişkileri geriletmek mümkün mü? Elbette olası, ancak bu geriletme çabası ulusal düzeyde merkezi bir güç inşasının parçası değil ise her türlü yerel çaba tehlike arz ettiği anda kolayca ve hızlıca boğulabilir.
Egemen sınıf kendisini siyasi, kültürel yapılar üzerinde toplumsallaştırıp hegemonyasını tüm sınıflar üzerinde ideolojik politik olarak kurar. Siyasi partiler, onların gençlik aparatları milliyetçilik, ırkçılık, İslamcılık, Kemalizm, sosyal demokratlık, radikal demokratlık hatta bir tür sosyalizmcilik üzerinden halkı saflaştırır. Yetmez tarikatlar, cemaatler, mezhepler, etnik kimlikler üzerinden saflaştırırlar. Yetmez yerel mafya grupları organize ederler. Yetmez spor kulüplerine taraftar kültürü üzerinden etki ederler. Bunların yanı sıra teknolojideki gelişmeler kapitalist devletin emekçi sınıflar üzerindeki denetim, gözetim ve kontrolünü artırmış durumdadır. Casus yazılımlar, uydular, dinleme, gözetleme teknolojileri, telekomünikasyon aracılığıyla devlet neredeyse her türlü iletişim, yazışma, görüşme biçimini izleyebilmektedir. Sokaklar, caddeler, otoyollar, apartmanlar, siteler, işyerleri adım adım kamera izlemesi altındadır. Bağımsız devrimci eylem kapasitesi on yıllar öncesine göre epey daralmış durumdadır. Yargı ve dayandığı kanun, tüzük ve yönetmelikler halkın her türden tepkisini yalıtmak, korkutmak, sindirmek üzere dizayn edilmiştir. Yüksek güvenlikli cezaevleri özgürlüğe kaçışın imkanını daraltarak bu amaç için yurdun her yanında çoğunlukla OSB’lerin yanında üretim dişlileriyle de entegre biçimde yeni yapılar olarak inşa edilmişlerdir. Bunun yanı sıra klasik itibarsızlaştırma, kriminalleştirme ve hatta öldürme ya da kaybetme yoluyla muhalefeti tasfiye etmek de hala mümkündür.
Örneğin Jandarma Kurumu TSK işleyişinden ayrılıp İçişleri Bakanlığına bağlandıktan sonra bilinçli bütçe kısıtlamalarına gidilip her yerelde işyeri sahiplerine, yerel oligarklara hizmet eden özel güvenlik aygıtı gibi hareket etmeye başlamıştır. Bunu çoğu yerde Emniyet teşkilatında da gözlemlemek mümkündür. Hakeza son yıllarda yeniden kurumsallaştırılan bekçilik mekanizması da benzer bir konumlanışa sahiptir. Özel güvenlik sertifikalı insan sayısı 2 milyona yaklaşmıştır. Yarısı kamu ve özel sektörde istihdam edilmektedir. Bu yapı büyük oranda şirketlerin ve mafyöz organizasyonların paramiliter gücü olarak hareket ediyor. Özel güvenlikleri aynı zamanda İçişleri Bakanlığı üzerinden polisin, jandarmanın altında konumlandırılıp toplumsal muhalefeti boğmakta kullanıldığı örnekler vardır. Ayrıca faşist, siyasal İslamcı, ırkçı örgütlenmeler güvenlik aygıtlarıyla iç içe biçimde her mahalle, okul, kampüs ve işyerinde hem örgütlenme hem propaganda yapmak üzere görevlendirilmişlerdir. Devletin ideolojik aygıtları da medya, üniversiteler, proje, fon dünyası üzerinden işçi sınıfı ve emekçi halkın zihin dünyasını paramparça etmek, bölmek, çaresiz hissettirmek, birlikte davranışın önüne geçmek için çok büyük paralar, çok geniş kadrolar ayırarak yürütülen kesintisiz bir ideolojik politik faaliyet içindedirler. Burjuva fikirlerini sürekli değişik ambalajlar altında süsleyip sunuma hazırlayanlar, kapitalizmin ideolojik üstünlüğünün altını durmadan çizen gösteri aparatları üzerinden nihilizmi, bireyciliği, örgütsüzlüğü, milliyetçiliği, cinsiyetçiliği, tüketimciliği, popüler kültürü yayarak gençliği ve halkı biçimlendirme faaliyetlerini bir saniye ara vermeden sürdürmektedirler.
İşte proletarya devrimcisi tam olarak bu ilişki dünyasının içinden gelirken bu burjuva düşüncelerin, ilişkilerin izlerini gündelik yaşamında, davranışlarında taşır. Buna rağmen hem yukarıda bahsedilen karşı devrimcileştirici mekanizmaya karşı savaşırken hem de kendini aşma, devrimcileşme doğrultusunda çabasını sürdüren kişidir proletarya devrimcisi. Proletarya devrimciliğine dair kavrayışımızın temelleri Lenin’de, Mahir’de, Che’de olduğu kadar ezilenlerin, emekçilerin bugüne kadar zalimlere, hükümdarlara, devletlere karşı vermiş oldukları mücadeleler içinde okuyan, yazan, eyleyen, savaşan tüm insanların hikâyelerinin, deneyimlerinin toplam birikimini yansıtır. Proletarya devrimcisi örgütlü mücadelenin insanıdır. Kolektif yoksa yaratacak, mücadele yoksa başlatacak, cüret yoksa gösterecek, tembellik varsa kıracak, ego varsa parçalayacak, iş varsa bitirip yeni sorumluklara koşacak, yorulan yoldaşına omuz verecek, halkın takdirini, düşmanın bile saygınlığını kazanacak bir yaşama sahip olandır. O her zaman “Eksiksek tamamlayacağız, azsak çoğaltacağız, güçsüzsek gücü büyüteceğiz” bakış açısında sahiptir.
Devrimci siyasetin ve fikrin üreticisi, taşıyıcısı, uygulayıcısı olarak davranan her bir kadro içinde olduğu tarihsel anın ihtiyaçlarını en acillerinden başlayarak listeler ve birinci görevden başlayarak sorumluluklarını yerine getirmeye başlar. “2024 yılında Türkiye’deyim. Hedefim devrim yapmak.” Devrim politik öncü örgüt olmadan yapılamaz. Politik öncü örgüt ise göklerden kendiliğinden indirilmeyeceğine göre verili koşullar, somut güç ilişkileri içinde, dünya tarihsel durumun elverdiği ölçüler, sınırlar altında inşa edilecek demektir. Komiteciler, ülke devrimci hareketinin bir bileşkesi olarak daha ilk adımda devrimci partiyi yaratmayı da bu tarihsel sorumluluğun bir parçası olarak görüp kendi payına düşeni üstlenme iradesini de beyan etmiştir. Kimsenin böylesi bir iradeyi ortaya koymaya gönüllü olmadığı durumda ise bu görevlerin tamamının tarafımıza ait olduğunun da altını çizmiştir. Proletarya devrimciliğinin kurucu politik zemini olarak Komiteciler, ilk günden bugüne bu somut hedefler doğrultusunda yürümüştür. Bugün ileriye doğru kendini eleştirerek, geliştirerek aşmanın anlarına gelmiştir. Oluşmuş her birikim büyük emek, bedel ve iradeyle geliştirilmiştir. Bu fikri iradenin arkasında Türkiye devriminin inşasını mümkün kılacak bir stratejik konumlanış vardır.
Devrimi ciddiye alıyoruz. Devrimciliği ciddiye alıyoruz. “Efendim biz kararlı on kişi yan yana geldik, ideolojik, politik bir yordamımız da var, üyelikler kazanarak bin, on bin olup güç inşa edeceğiz” demekle ya da buna ulaşmakla devrimci siyasi güç olunmaz. Proleter devrimciler siyasi güç inşa etmenin bir politik, toplumsal hegemonya inşa etme meselesi olduğunu akıllarından çıkarmazlar. Devrimci parti hareketlerin hareketidir. Sınıfsal, toplumsal, sendikal zeminlerde somut güç olarak işçi hareketi, sendikal hareket, gençlik hareketi, kadın hareketi inşa etmeden, o hareketlere her açıdan önderlik edecek kadroları yaratmadan kendi gençlik, işçi, köylü, vb. ilişkilerimizi, örgütlerimizin yığınsallığını veri alarak hareket edersek çuvallarız, yanlış yollara saparız. Sokağın ruhunu, kudretini kavramış ve kök salmış bir yordamla hareket etmezsek merkezi devrimci bütünlüğümüzü koruyacak imkânlarımız sınırlı kalır. İşçi sınıfı ve emekçi halkımızın kafasında ve kalbinde mevziler inşa etmeden “biz bir güç olduk” diyemeyiz. Bu ise meşakkatli, bedelleri olan bir adanma, odaklanma işidir. Kapitalist devlet mekanizmasının her türden saldırısını boşa düşürecek derinlikte bir kavrayışa dair hazırlık ve inşa anlayışı içinde olmamız zorunludur. Merkeziyetçi, disiplinli, ele geçmez, yıkılmaz bir devrimci siyasi örgütün yokluğunda yaptığımız her şey egemenlerin soğurmasına açıktır. Örgütlü bir işçi sınıfı hareketi, örgütlü halk hareketleri, gençlik hareketleri inşa etmek devrimci örgütü bu hareketlerin hücrelerine kadar işleyen bir inşa tarzıdır ayırt edici noktamız.
Her türden zorba pratiğin gerisinde kapitalist özel mülkiyetin korunması, sömürü süreçlerinin yeniden üretilmesi vardır. Zorbalık ve sömürünün yürütücü mekanizması devlettir, ana hedefimiz de ona karşı siyasi iktidar mücadelesidir. Siyasal iktidarı hedeflemeyen her türden çaba devrimciliğin dışındadır. “İki yüz üç yüz gençle basın açıklaması yapacağız, kültür merkezleri kuracağız, senede on, on beş kez gözaltına alınacağız, birkaç tutuklu verip, ayrılanların yerine yenilerini koyarak kendimizi ayakta tutacağız…” bu devrimcilik değildir. Bu bizim tabirimizle solculuktur, gereksizdir. “Seçim olsa da kampanya yapsak, afiş assak, bildiri dağıtsak, adaylarımızı halka tanıtsak, devrim, sosyalizm için oy istesek, biri iki yoldaşı vekil diğer bir kaçını belediye başkanı yapsak…” diyerek mücadele yürütenler de sosyalizmcidir. Siyasi mücadeleyi örgütün yüceltilmesi olarak görmek de çıkmaz sokaktır. Sokakta eylemci olmak değil hedefimiz ama sokağın hâkimi olmadan devrimcilik olmaz. Sokakta hâkimiyet ise gürültücülükle değil, emek ve devrimci çabayla nakış gibi örülü somut ilişkiler inşa eden, çoğu zaman bedeli ağır emeklerden türer. Siyasi mücadele öncelikle işçi sınıfı ve emekçi halkın iktidarı alacak kendi güçlü kollarını yaratma mücadelesidir. Devrimci örgüt işte o güçlü kolların yumruğudur.
Holding Güçler İfadesi Nasıl bir Siyasi Rejim İmliyor
Türkiye Cumhuriyeti devleti, emperyalizme bağımlı, parçası olduğu emperyalist bloğun liderliğini hala yürüten ABD hegemonyasındaki kısmi gerilemenin yol açtığı yeni inisiyatif boşluklarını tarihsel, jeostratejik, coğrafik konumunun sunduğu ekonomik, politik, askeri avantajları değerlendirerek emperyalist hiyerarşide birkaç adım daha yukarıya tırmanma arayışında olan orta boy bir kapitalist devlettir. Emperyalist zincirin ortasından yukarısına doğru bir yerde konumlanmaktadır. Türkiye bu konumunu sürekli geliştirme arayışında olan, ilk birikimini en vahşi biçimlerde gerçekleştirmiş yerli bir sermaye sınıfına sahiptir. Bu sermaye sınıfı, hiçbir üretken role haiz olmadığından, devlet destekli vurgunculuk ve mala çökme pratikleriyle semirdiğinden sıradan yurttaşın gözünde meşruiyeti yoktur ve bundan dolayı yönetmek için hep bir gücün arkasına saklanma ihtiyacı hisseder. Bu yüzden cumhuriyet tarihi boyunca hep otoriter siyasal önderliklere ihtiyaç duymuşlardır. Ülkeyi kuran tövbekâr İttihatçı Osmanlı Paşalarından mürekkep siyasi elitin miras bıraktığı asker merkezli devlet mimarisi İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyasının ‘ihtiyaç’ları sonucu NATO üyeliğiyle kontrgerilla oluşumuna evrilmiş, bu süreçte bu oluşumun sokak kanadı da yukarıdan aşağıya doğru Türk-İslamcı ideolojiyle oluşturulmuştur.
Faşist diktatörlük, sömürge tipi faşizm, AKP faşizmi, İslamcı faşizm gibi kavramlar farklı tarihsel dönemlerde bu durumu anlatmaya çalışmıştır. Fakat güncel durumda mevcut güç ilişkileri daha net şekilde tanımlanmadığında bir iktidar stratejisi oluşturmak açısından güçlükler, yetersizlikler oluşuyor. Şunu kabul etmek gerekir ki devrimci barutunu iki asır önce tüketen sermaye sınıfı, kimi kuramcıların yarım asır öncesini dahi “geç” kapitalizm olarak adlandırdığı bu dönemde liberal demokrasiyi kendine en uygun giysi olarak tanımlamayı da bırakmıştır. Esasen emperyalizmin neoliberal döneminde yeryüzünü ve de ülkemizi şekillendirenler yabancı ve yerli tekeller yani holdinglerdir. Marx ve Engels’in basitçe çoğunluğun yönetimi diye kodladığı ve özel bir anlam yüklemediği demokrasi işlemez haldedir. Kanaat kontrolü holdingci medya eliyle yapılmakta, tek küresel kamusal alan özel şirketlerin ürünleri olan sosyal medya mecralarının tekelinde bulunmaktadır. Düşünce kontrolü açısından “liberal” Batı Orwell’in 1984’ünü hatırlatırken, bunların rakibi olan ülkelerde ise eski usul sansür sıradandır. Ülkemizde de kapitalist devlet aygıtının zor ve rıza mekanizmaları aracılığıyla tesis ettiği sömürü ve tahakküm pratiklerinin ihtiyaç duyduğu faşist uygulama ve saldırılar, dozajının ayarlandığı, bazen tüm ülke sathına bazen daha lokal düzeye bir havzaya, şehre, kesime, üniversiteye, fabrikaya, çevre direnişine yöneldiği bir akordeon hareketi gibi ritmik açılıp kapanan, artan azalan bir tarzla uygulanıyor. Bazen rejim açılıyor holdingci medyada muhalif siyasi figürler görülüyor, kapanma gerektiğinde ise aynı mecralarda bu siyasi kişiliklerin var olduğu bile hatırlanmıyor. Kısacası holdingler yurttaşın katılımına dayalı siyaseti çoktan anlamsızlaştırmıştır. İfade hürriyetini kısıtlayacak baskı, itibarsızlaştırma bazen de “politik doğruculuk” tekerlemeleri özellikle alt sınıflar lehine siyasal söylemlerin önünü her yerde tıkamaktadır. Eskinin “Filipin Demokrasisi” günümüz gelişmiş kapitalist ülkelerinin rejimi haline gelmişken, geri kalan yerlerde de hibrit politik biçimler ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’de NATO eliyle inşa edilmiş hem tek parti döneminin Turancı yapılanması hem de Yeşil Kuşak projesi doğrultusunda semirtilen, dinsel cemaatleri içeren ama bunları da aşan, sokakta, gündelik hayatın içinde yukarıdan aşağıya örgütlenen, devletin sert çekirdeğindeki kontrgerilla yapılanma ve bunun siyasal alandaki karşılığı olan Ülkücülük ve MHP ile temsil edilen faşist bir yapılanma vardır ve etkindir. Yukarıdaki paragrafta ifade edildiği gibi bu yapılanmanın hangi düzeyde işlev göreceğinin en genel sınırlarını belirleyen de konjonktürel olarak yine bu holdingci güçlerdir. Kuşkusuz Soğuk Savaş döneminde bu faşist yapılanma açısından nihai karar alma gücü NATO dolayımında emperyalist merkezdeydi. Takip eden süreçte ise kontrgerilla liderliği kendi içinde kararlı bütünlük sağlayamadığı ölçüde holdingci güçler inisiyatiflerini arttırmıştır.
‘Holdingci Güçler’ olarak tanımladığımız aparatların tamamı yerelden genele oligarşik niteliği baskın ilişki ağlarıyla sömürü ve tahakküme karşı itiraz, isyan olasılığı karşısında daima tetikte olan hiyerarşik bir işbölümüne tabidirler. Genelden yerele doğru gittikçe emperyalist merkezle entegrasyonu yüksek tekelci burjuvazinin oralardaki yansıması sadece fiili inisiyatifle oluşan dolayısıyla kırılgan olan sınıf ittifakları şeklinde olabilir. Küresel tedarik zincirleri yoluyla en ücra coğrafyanın bile küresele bağlandığı, emperyalizmin bir ‘iç olgu’ oluşunun yeni bir anlam kazandığı günümüzde holdingci güçler bu sömürü ve tahakküm düzeninin sürekliliğinin güvencesidir. Bir holding merkezindeki beyaz yakalı İK profesyonelinden, maden açılan köydeki jandarma astsubayına, kulüp başkanı holding patronunun yemlediği sosyal medya fenomeninden, yereldeki şirket avukatı taşra barosu başkanına kadar kendi başına sermaye sınıfına dahil sayılamayacak kesimleri bir tarihsel iktidar bloğu olarak ören bu holdingci güçler rejimidir. Bu denklemde faşist yapılanma, sopayı açıkça göstermek gerektiğinde holdingci güçlerin her zaman imdadına yetişir.
Türkiye’de demokrasi mücadelesinin temellerini oluşturan Alevilerin ve Kürt halkının tarihsel talepleri ve mücadeleleri de, emperyalist ve bölgesel güçlerin doğrudan karışma ya da sınırlamalarını da içeren gelgitli yönetişim tarzıyla idare edilir. Holdingci güçler buralarda da inisiyatif sahibidir. “Kürt sorunu çözülmeden ülkede devrim olmaz” diyenler de “Kürt sorununun çözümünü Türkiye devrimiyle ancak mümkündür” diyerek bu mücadeleye tali bir konum atfedenler de benzer bir yanlış analizi yaparlar. Ulusal mücadelenin sınıfsal karakteriyle sınıfsal mücadelenin ulusal karakteri arasında bir eşzamanlılık yoktur. İki mücadelenin dinamikleri çok farklı ittifak manzumelerini barındırır. Sınıf mücadelesi açısından ilke, halkların özgürlüğünü devrimle boğmayacak anti şovenist konumu korumakla ilgilidir. Kürt ulusal özgürlük hareketinin politik stratejik arayışlarıyla Türkiye’nin de içinde olduğu Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu coğrafyasındaki antiemperyalist, antikapitalist, antioligarşik, antisömürgeci devrimci sınıf savaşı stratejimiz ve bu stratejinin taktikleri sınıf mücadelesinin tarihsel uğraklarındaki gelişmeler ve saflaşmalarla koşulludur. Bu olgular bir mimari proje statikliğinde ele alınabilecek, tarif edebilecek hususlar değildir. Her güncel durum ve gelişmede yeni bir tavır saptamayı zorunlu kılabilecek taktiksel esneklikler barındırması devrimci siyasetin zorunluluğudur. Dolayısıyla yukarıda anılan iki sapma ekseninde düşünenlerin saflarımızda bulunmasının zemini yoktur. Komiteciler, bu anlayış doğrultusunda işçi sınıfı ve başta gençlik ve kadınlar olmak üzere emekçi halk kesimleri içerisinde emperyalist işbölümünün uzantısı olan üretim ve tedarik zincirleri içinde kökleşerek devrimci siyasi bir proleter gücü yaratmak hedefine kilitlenmek dışında başka devrimci yollara inanmamaktadır. Devrimci Sınıf Savaşı Stratejimiz, bu düzeni sadece geriletmek değil onun yıkmak iddiasındadır. Bu yıkım gücünü yaratmak ise toplumsal ve siyasal olarak kurucu devrimci konumlanışları şart koşar.
O yüzden her devrimci hazırlık döneminde liyakat bir düzeyde ataklığın önüne geçebilecek statükolar da oluşturur, bu tür statükolar devrimci atılımların yavaşlatıcısı, frenleyicisi de olabilir. Diğer yandan yılların, mücadelelerin içinden gelen deneyimli, birikimli bir düzeyi temsil edip daha hızlandırıcı ustalıklar da sergileyebilirler. Öte yandan özellikle genç kadrolarda henüz faaliyetin fikrine, yöntemine en az ikisi kadar kritik olan siyaset oluşturma ve hayata geçirme tarzlarına tam hâkim olmadan, bir tür ‘ben oldum’ eğilimi ya da önemli öğrenmeler, deneyimler kazanmasına rağmen yönetmekten, ileri inisiyatifler alıp vermekten korkan, cesaretlendirilmeye muhtaç solculuk dediğimiz eğilimler de ortaya çıkabilir. Her bir devrimci kadro sürekli kendini gözden geçirmelidir. Bir siyasi faaliyete yapılacak en büyük kötülük, mücadelelerin önündeki somut ideolojik politik tartışmalar yapmak, bu doğrultuda kendini ve ilişkileri geliştirmek yerine iç, idari, öznel, sübjektif tartışmalara fazla zaman ayırmaktır. Dedikoduculuk, ahbap çavuşluk, alışkanlıklarıyla yeterince yüzleşmeyince örgütlülük zarar görür, zayıflar. Bizim yoldaşlık modellerimiz Tahir ve Ali Faik’tir. Çünkü onların iş ve aile görevlerinin içinde de, sendikal görevlerde de, örgütsel görevlerde de yaşamlarının merkezinde daima devrimcilik ve devrimciliği geliştirme isteği, çabası olmuştur. Heyecanla Komiteci ilişkilerin parçası olmuşlar, proleter devrimcilik çizgisini inşa için kısa zamanda hem faaliyet düzeyinde, hem kendi yaşamlarında önemli farklar yaratmışlardır. Koşan ve okuyan yoldaşlardır onlar. Yaşamımızı yüksek disiplin altına alıp planlarsak hiçbir şeye gecikmeyeceğimizi, her şeye yetişeceğimizi göstermişlerdir. Bu vurgularımızın nedeni ise örgütsel olarak ileriye doğru politik adımlar atılırken yüklerimizden, eksiklerimizden kurtulmaya, odağımızı kaybetmemeye ve yeni yetkinlikler edinmeye olan muhtaçlığımızdır.
Yukarıdaki açıklamanın nedeni ne türden bir düşman kuşatması altında politik faaliyet yürüttüğümüzü ve örgütsel ciddiyetin ne kadar büyük özenle ele alınması gerektiğini ve her şeyin aslında yüzünü işçi sınıfının, emekçi halkın mücadelesini yaratmaya dönmüş kadronun duruşuna bağlı olduğunu anlaşılır kılmak içindir. Biz Komiteciler öncelikle proleter nüfusun bulunduğu bütün il ve ilçelerde örgütlü bir zemin yaratmaya dikkatimizi vermiş durumdayız. Bu zeminlerde işçi, gençlik, köylü düzeyinde toplumsal örgütlenmeler, direniş, dayanışma mevzileri yaratmadan, bu geniş sınıfsal, toplumsal mücadele ve örgütlenme zeminleri içinde fiili olarak öne çıkmış, çevresinde saygınlık yaratan, doğal önder konumunda olanların devrimcileşmesi sağlanamaz. Böyle kadroları Komite ilişkilerinin parçası kılmak için mücadelelerin ve örgütlenmelerin yeniden üretimi ve devamlılığı sağlanmadan görevimizi doğru biçimde yerine getirmiş saymayız. Biz bir toplumsal örgütlenmeye ya da mücadeleye kendimizi dayatmayız, o örgütlenmenin gelişimine, mücadelenin taleplerine odaklanırız. İşçi sınıfının, halkın, gençliğin inisiyatifini arttırmak için hazırlık süreçlerinin fazlaca içinde, temsil pozisyonlarının ve sözcülüklerin ise gerisinde durur, halkı, gençliği kendi kendilerini temsil etmeleri, iradeli ve özgüvenli olmaları için öne çıkarırız. Burada bir ya da birkaç aktöre değil örgütlenmenin meclislerinde yer alan herkesin yönetme, inisiyatif alma, temsil etme yetkinliklerini kazanması için çalışırız. Faaliyet yürüttüğümüz birimin tarihini, farklılıklarını, dinamiklerini, siyasi geçmiş öykülerini, o birimde düşmanın konumlanışını, ilişkilerini çalışır, öğreniriz. O birime dair bir örgütlenme ve mücadele stratejisi oluşturur, hedefleri çizer, planlar oluştururuz. Bu planlamaya göre hareket ederiz. Rastgele ya da el yordamı yöntemlerle çalışmak bizim tarzımız olamaz.
Komiteciler, işçi sınıfı içinde de yoldaşlık ilişkilerinde de komite tarzıyla çalışır. Elbette her birimin, her görevin bir siyasi sorumlusu olur. Sorumluluklar kalıcı değil geçici ve dönemseldir. Devrimci siyasi çalışma merkezi propaganda faaliyeti, kadro, üye, aday üye eğitimleri, alan propaganda faaliyetleri ve eğitimleri üzerine kuruludur. Ayrıca siyasi baskı ve saldırının yoğunlaştığı dönemlerde siyasi ve toplumsal çalışmaların her koşulda sürdürülmesinin koşullarını, ilişkilerini, eğitimini bugünden edinmek politik faaliyetin ve de her bir kadronun birincil sorumluluğudur. Faşist pratiklerle kendini var eden kapitalist devletin yenilmesini sağlayacak olan, proleter devrimcilerin siyasi zorun ruhunu, tarzını tüm devrimci çalışmaların merkezine alarak inşa ettikleri kurumsallaşmalardır. Bu bazen toplumsal örgütlenmenin önünü kesen, dağıtmaya çalışana zorba bir patrona, mafyöz ya da faşist bir çeteye, bazen de doğrudan holdingci devletin zorbalarına karşı onurumuzu koruma, örgütlenmemize, halkımıza ve de yoldaşlarımıza dokundurtmama tavrı olabilirken bazen de devrime dair stratejimizin zorunlulukları doğrultusunda sıradan bir ihtiyacı karşılamaya dair bir faaliyettir. Her Komiteci kadro, politik askerdir, örgütün kurmayı ve lideridir. Komiteciler fiili meşru, militan bir kitle çizgisi içinde faaliyetlerini yürütürler. Yasallığın tüm olanakları sonuna kadar istismar edilirken devletin devrimci çalışmayı ya da toplumsal örgütlenmeyi kriminal hale getirmeye dönük arayış ve hamlelerini boşa düşürecek mutlak bir uyanıklık, büyük bir dikkat ve titizlikle hareket edilmesi zorunludur. O yüzden devrimci çalışma hiçbir zemininde laçkalık, gevşeklik ve konformizme alan tanımaz. Sosyal medyada yazdığımız, aradığımız, izlediğimiz her şeyin kaydının mutlaka devlete ve şirketlere düştüğünün bilincinde olmalıdır her bir kadro. Sosyal medyayı özenli ve ihtiyaç, görev doğrultusunda kullanmalıdır. Bu tür önlemler sadece devletten değil sürekli algoritmik yöntemlerle veri hırsızlığı ya da reklam stratejileri geliştiren holding merkezlerinden de kendimizi ve de halkı korumanın bir yoludur. Bilişim, yazılım teknolojileriyle ilişkimiz sadece propaganda faaliyetlerimizi, araçlarımızı etkin, gelişkin kullanma ihtiyaçlarımız sınırlılığında değil düşmanı geriletme, yenme arayışlarımıza dair de yeni araçlar, olanaklar üretme perspektifiyle ele alınmalıdır. Bilgiye düşmandan önce ulaşmak işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından her zaman vazgeçilmez önemdedir. Kapitalist devlet aygıtını parçalamak, onun zor aygıtlarını iletişimsel yöntemlerle de işlemez kılmaz, toplumsal mücadelelerin karşısındaki holdingci zorbaların hileli dünyalarının, ilişkilerinin teşhiri için bilişim, yazılım, yapay zeka, vb. dijital zeminin tüm bilgisine, uzmanlığına sahip kadrolar eğitmek de önemli bir örgütsel görev olarak kendini dayatmaktadır.
Sonuç olarak;
Holdingci güçler kendi stratejileri doğrultusunda bazen yumuşama çoğunlukla ise ellerinin altında hep hazır tuttukları faşist yapılanmanın tehdidiyle bölgesel düzeyden ulusal seviyeye kendilerine karşı devrimci bir çıkışı boşa düşürmek için hep hazır kıta bekliyorlar. Bu yüzden yolumuz uzun, dolambaçlı ve engebeli. Soluğunu, tercihlerini proletarya devrimciliğine göre ayarlamış, bu coğrafyada devrimi gerçekleştirmek dışında odağı olmayan Komiteciler, Holdingçi güçlerin güncel olarak iktidarda bulunan faşizan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini de işlemez kılmayı öncelikli politik taktik hedef seçmiştir. Bugün emekçilerin bu iktidar merkezine dönük eleştiri ve boyun eğmeme eğiliminin güçlendiği de görülüyor. Üstelik emekçiler hiçbir holdingci güçle kültürel, dini, mezhepsel ya da etnik ortaklıklarının olmadığını ortaya koyan bir propagandaya da kulak vermeye hazır görünüyor. Bizler siyasi hedeflerimize varmak için ideolojik politik anlayışlarımızı, örgütsel donanım ve araçlarımızı geliştirmek dışında çaremizin olmadığının, dolayısıyla eksikliklerimizi hızla gidermenin en devrimci görevimiz olduğunun farkında olmalıyız. Bu eksikleri hızla aşmanın güncel siyasal görevlerimizden biri olarak önümüze koyduğumuz cephe inşası çabamızı ivedilikle taçlandırmakla işe başlayacağız.