Bu yazı ilk olarak Komite Dergisi’nin “Küresel Fabrika ve Proletarya Devrimciliği” başlığıyla 2024 Ekim ayında çıkan 34. sayısında yayınlanmıştır.
Bugün pek çok insanın giydiği Nike, Reebook gibi ünlü marka spor ayakkabıların ya da çoğumuzun borçlanarak da olsa satın aldığı son model teknolojiye sahip Iphone telefonların nerede üretildiği üzerine çok azımız düşünmüştür. Ancak baştan söyleyelim, bu ürünlerin etiketlerine bakmış olanların karşılaştığı ülke kesin olarak ABD değil. Nedense biz bu ürünlerin ABD ya da Almanya, Fransa, Japonya gibi ileri kapitalistleşmiş ülkelerde üretildiğini düşünme eğilimdeyizdir. Böyle düşünmemize sebep olan şey bu ülkelerin dünya ekonomisindeki hegemonyasından ziyade ürünlerin tasarım, pazarlama, reklam aşamalarına bu ülkelerin karar veriyor olmasıdır. Peki, bu ürünler nerede üretiliyor? Bu yazıda bu sorudan yola çıkarak üretimin küresel çapta yayılmasına imkân veren küresel tedarik zincirinin ne olduğunu, ana akım ve eleştirel yazında nasıl yer bulduğunu ve Türkiye endüstri ilişkilerine yansımalarını irdeleyeceğiz. Ancak her şeyden önce üretimin dönüşen yapısını tarihsel kökleriyle ortaya koymaya çalışacağız.
Kapitalist Üretim Örgütlenmesindeki Dönüşüm
İşçilerin kitleler halinde fabrikalarda istihdam edilmesiyle beraber üretimin merkezileşmesi, kapitalist sermaye birikimi gelişiminin kilometre taşını oluşturuyor. Gelişen teknoloji, makinelerin hızlanması ve bununla beraber büyük ölçekli üretimin sonucu olarak ortaya çıkan yeni üretim sisteminin sürekliliği sermaye birikiminin artması açısından önem taşıyor. Bu önem itibariyle yeni üretim stratejileri ve yeni emek rejimleri konusunda geliştirilen modellerin başında, 20. yüzyıl başlangıcında hayata geçirilmiş Taylorizm geliyor. Sermayenin emek süreçleri üzerindeki tahakkümünü simgeleyen Taylorizm, üretimin makineleşmesine bağlı olarak aşırı ‘uzmanlaşmayı’ ifade ediyor. Ekip çalışmasına dayanan ve mekanik bir hat üzerinde yapılan üretimin temel kuralı, emeğin türdeşleşmesi, işin sürekliliği ve işçilerin biatıdır. Bu üç unsuru mümkün kılan “zaman ve hareket” yasalarıdır. Zaman ve hareket, fonksiyonlar arasında koordinasyonu sağlayan ve bu amaçla işçileri sürekli baskıcı bir şekilde denetim altında tutan yönetim aracıdır.
Taylorizmin gelişkin bir aşaması olarak Fordizm, “kapitalist emek sürecinde yönetimin işçilerin becerilerine olan bağımlılığını ortadan kaldırıp, işçileri vasıfsızlaştıran bir dizi adımın mekanize olmuş bir bileşimidir.” Yarı otomatik üretim hattına dayalı bu modelde işin ve emeğin yoğunluğunda büyük bir artış yaşanırken üretimin tek ve aynı hat üzerinde yapılması yatay bir bütünleşme sağlamıştır. Bu durum, nesnelerin hareketiyle geçen zamandan ve işçilerin emek güçlerinden tasarruf sağlayıp, üretim sonunda daha fazla göreli artık değer üretmektedir. Öbür taraftan da işçileri vasıfsızlaştıran bir süreç olarak işleyerek kafa ve kol emeği arasındaki ayrımı iyice derinleştirmektedir. Makinelerin standart bir ürün üretmek üzere tasarlanmış olması başka bir modeldeki ürüne geçişi zorlaştırarak üretimi katılaştırmaktadır. Üretimin bu katı, sürekli ve büyük hacimli olması Fordizmi krize sokan unsurlar arasındadır. Krizin asıl sebebi sermayenin arzu etttiği düzeyde artık değer üretilememesidir. Bu nedenle kriz yaygın söylemin aksine pazar sıkıntısından ya da yetersiz tüketimden değil artan sabit sermaye yatırımlarının yetersiz artık değer üretmesinden kaynaklanmıştır. Sömürü oranlarını artırmak isteyen sermayenin mevcut kurumsal, yapısal koşullarda işçi ücretlerini düşürememesi yeni toplumsal süreçleri, kurumsal, siyasal dönüşümleri gerekli kılmıştır. Dönüşüm, 1970’li yıllardan itibaren ve çok köklü bir şekilde esnekleşme temelinde yaşanmaya başlamıştır.
Üretimin esnekleşmesi “neo-fordizm”, “esnek uzmanlık” ve “post-fordizm” türünden farklı kavramlarla tanımlansa da ortak noktaları ‘esneklik’ vurgusudur. Esnekliğin emek süreç ve pazarını, devlet müdahalesini ve coğrafi hareketliliği ilgilendiren pek çok katmanı bulunmaktadır. Fordizmde fabrika çatısı altında toplanan, katı ve uzmanlaşmış üretim süreci, bu dönemde çeşitli aşamalara bölünerek fabrika dışına çıkarılarak, gerekirse küçük işletmelere dağıtılarak, esnek uzmanlık gerektiren bir niteliğe dönüştürüldü. Üretimin belli bölümlerinin alt işverene veya küçük işletmelere kaydırılmasının önü açıldı. Bu yazının da ana konusu olan üretimin coğrafi hareketliliği ekseninde üretim; tasarım, nitelikli işgücü ve niteliksiz işgücü olarak farklı işbölümlerine ayrılarak farklı mekânlarda üretilebilir hale geldi. Niteliksiz işgücü ile görülen emek yoğun işler (imalat sanayi) ücretlerin düşük olduğu geç kapitalistleşmiş ülkelere taşınırken, nitelikli işgücü gerektiren işler ve ürünlerin tasarım süreçleri merkezde kaldı ve böylece esas artı değer merkezde biriktirildi. Coğrafi yer değiştirme ilk olarak merkez ülkelerin iç bölgelerine, hemen yakın bölgelerine veya çevre ülkelere doğru(örneğin ABD’nin güneyi, İngiltere’de Galler Bölgesi, Meksika, Güney Afrika gibi) oldu. Günümüzde ise üretimin yer değiştirme serüveni dünyanın bir ucundan öbür ucuna kadar geniş bir yelpazede gerçekleşir.
Küresel Tedarik Zincirleri (KTZ)
KTZ kavramı literatürde pek çok farklı şekilde formülüze edilebiliyor. “Meta zincirleri, küresel meta zincirleri, küresel değer zincirleri, emek-değer zincirleri” gibi farklı tanımlamaları bulunuyor. Bunlar birbirinden farklı yaklaşımları ifade etse de her biri üretim ve tüketimi birbirine bağlayan ilişkileri farklı açılardan açıklamaya çalışıyor. Dünya sistemi teorisyeni Wallerstein ilk olarak 1970’lerde meta zinciri kavramını kullandığında üretim süreçlerinin birbiriyle bağlantılı bir ağ şeklinde çalıştığını öne sürmüştür. O’na göre, dünya ekonomik sisteminde, üretimin hiyerarşik örgütlenmesi çerçevesinde, “merkez, çevre ve yarı çevre” bölgeleri arasında bir işbölümü vardır. Tarihsel süreçte oluşan bu işbölümünün temelinde bölgeler arasında farklı ücret düzeylerinden kaynaklı eşitsiz değişim ilişkisi yatmaktadır.
1990’lara gelindiğinde SSCB’nin çözülüşüyle dünya tek kutupluluğa doğru yol alırken ülkelerin kalkınma ve sanayileşme politikaları da “küreselleşme” etkisi altında kalmıştır. Ana akım iktisatçılardan Gereffi ve Korzeniewicz meta zincirlerini küresel boyutta ele alarak, bunu küresel sanayileşmenin üretim ve ticaret sisteminin birbiriyle entegre hareket etmesine bağlamıştır. Uluslararası ticaretin ülkeleri farklı üretim alanlarına yönelterek, belli bir endüstride ve üretimin belli bir aşamasında uzmanlaşmasını teşvik ettiğini öne sürmektedirler. Geç kapitalistleşmiş ülkelerde de üretim kapasitesi artarak sanayileşme bu ülkelere doğru taşınmaya başlamıştır. Bun taşınma sürecinde Türkiye gibi geç kapitalistleşmiş ülkelerin sahip olduğu ihracata dayalı kalkınma politikaları etkilidir. Bu politikalar IMF, Dünya Bankası, OECD gibi emperyalist kuruluşların diktesiyle her ülkenin kendi özgün yapısına göre hayata geçirilen değişikliklerle olmuştur. Buralarda ücret düzeyleri düşük, kuralsız çalışma hâkim ve sendikal örgütlenmeler zayıftır. Bu ülkeler küresel kapitalizme eklemlenme süreçlerinde kendilerine biçilen rolleri harfiyen yerine getirerek, ihraç ettikleri imalat ürünlerinde müthiş bir uzmanlaşmaya gitmiştir.
KTZ’lerin kurulması ve büyümesinde, hızla gelişen teknoloji, ulaşım ve iletişim kaynakları önemli faktörlerdir. Bu kaynakları kontrol altında tutan firmalar KTZ’lerde “öncü firmalar” olarak anılmaktadırlar. Öncü firmalar KTZ’lerin tüm yapısını şekillendirmekle kalmayıp üretimin nerede yapılacağından ürünün nasıl tasarlanacağına, dağıtımına, zamanına kadar tüm aşamalarına karar verir ve ham madde üreticileri ile tedarikçiler arasındaki bağlantıyı koordine eder. Bu firmaların kârlılıklarını artırma arayışlarına göre şekillenen farklı yönetim anlayışları, farklı tiplerde tedarik zincirlerini ortaya çıkarmıştır. Gereffi bu zincir tiplerini “Üretici yönlendirmeli (producer-driven) meta zincirleri” ve “Alıcı yönlendirmeli (buyer-driven) meta zincirleri” olmak üzere 2 tipte tanımlar.
Üretici yönlendirmeli meta zincirleri; ulus ötesi şirketlerin veya entegre büyük sanayi kuruluşların üretim sistemini kontrol etmede merkezi rol üstlendikleri endüstrileri ifade eder. Daha çok otomotiv, bilgisayar, uçak, elektrikli makine gibi sermaye ve teknoloji yoğun endüstrilerle karakterizedir. Bu endüstrilerin coğrafi yayılımı ulus ötesidir. Uluslararası rekabet içerisinde olan aktörler stratejik ittifaklar kurduğu gibi, özellikle emek yoğun üretim süreçleri için ülkelerarası taşeronluk ilişkileri de kurarlar. Bu zincirin en önemli ve ayırt edici özelliği çok uluslu şirketlerin idari merkezleri tarafından binlerce taşeron ve yan firmaya uygulanan kontroldür. Taşeron ağları bu zincirin temel yapısını oluşturur. Doğu ve Güneydoğu Asya’da çok katmanlı sistemin birer parçası olarak, otomobil parçası üreten binlerce taşeron firmayı kontrolünde bulunduran Japon otomobil şirketleri buna örnektir.
Alıcı yönlendirmeli meta zincirleri ise; büyük perakendecilerin, markalı satıcıların ve ticaret şirketlerinin geri kapitalist ülkelerde üretim ağlarının şekillenmesinde merkezi rol oynadıkları endüstrileri ifade eder. Hazır giyim, ayakkabı, ev eşyası, oyuncak, el yapımı süs eşyaları gibi emek yoğun tüketim mallarının üretildiği sektörlerde yaygındır. Uluslararası fason üretim gene yaygın şekilde görülür, ürünler merkez ülkelerde tasarlanırken nihai ürün çevre ülkelerdeki fabrikalarda üretilir. Alıcı yönlendirmeli zincirdeki firmaların temel özelliklerinden biri herhangi bir üretim tesislerinin bulunmaması ve üretici değil satıcı konumunda olmalarıdır. Bu zincirlerdeki öncü firmaların asıl görevi, üretim ve ticaret ağlarını yöneterek işin tüm parçalarını entegre şekilde bir araya gelmesini sağlamaktır. Nike, LA Gear gibi spor ayakkabı şirketleri, The GAP, Liz Claiborne ve The Limited gibi moda ve güzellik şirketleri bu zincirlere en iyi örnektir.
Örneğin bir hazır giyim ürünün tasarımını İtalya, üretimini Çin, satışını ABD şirketi aracılığıyla yapan ve üretim yerinden tüketim yerine taşınmasını da Hong-Kong şirketine yaptıran bir İngiltere kökenli çokuluslu şirket bu süreçte en az beş ayrı ülkenin işgücünü kullanarak zincirin halkalarını birbirine bağlamıştır. Üretim sürecinin bu denli parçalanabilmesi yaygın taşeron ağları sayesindedir. Taşeron ağlarının gelişkin olduğu, firmalar arası hiyerarşik yapının korunduğu, tedarik zincirlerinin kendi aralarında kompartmanlaştıkları bir durumdan söz edebiliriz. Ne var ki taşeron şirketler ile öncü firmalar arasındaki dikey ilişkinin giderek yatay ilişkiye dönüşmeye başladığı yönünde iddialar da yok değildir.
2000’lere gelindiğinde “küreselleşme”nin dünyaya hâkim olmasıyla rekabetin kızıştığı bir ortamda firmaların elde edecekleri avantajlar (örgütsel esneklik, uluslararası rekabet, inovasyon vb.) firmalar arasındaki hiyerarşik ilişkide artan rekabet güçleri ölçüsünde konumlarını belirlemeye başlamıştır. Çok uluslu şirketler ile yerel taşeron firmalar arasındaki zamansal ve mekânsal uzaklığın kısalarak gerçek zamanlı bütünleşmesi dönemin en önemli dinamikleridir. KTZ’lerin merkezi yapısının giderek zayıfladığı yerini yatay bütünleşmenin aldığı; otorite, güç, kontrol ilişkilerinin taşeron şirketlere doğru genişlediği savunulmaya başlanmıştır. Temel argüman üretici yönlendirmeli zincirlerde taşeronlaşmanın yoğunlaşmasıyla üretici firmalar dışarıdan daha fazla tedarikçi kullanarak kendileri neredeyse alıcı konumuna gelmiştir. Alıcı yönlendirmeli zincirlerde ise önceden olduğu gibi giyim, ayakkabı türünden ürünler yerine artık yüksek teknolojilerle donatılmış artı değeri yüksek ürünlerin üretimine doğru rağbet oluşmuştur. Hem üretici yönlendirmeli hem de alıcı yönlendirmeli zincirlerin yapısındaki değişim ve buna bağlı olarak meydana gelen rekabetçi ortamda değişen dengeleri ifade etmek amacıyla yeni bir kavramsallaştırmaya gitme ihtiyacı doğmuştur. Yeni olguyu ifade etmek için ana akım iktisatçılar daha “dinamik” bir tarza ve “nötr” bir anlama sahip olduğunu düşündükleri “küresel değer zincirleri(KDZ)” kavramını icat etmiştir. Elbette bu yalnızca basitçe bir terminoloji değişimi değildir. Bu eşitsiz bileşik gelişme, uluslararası iş bölümü, merkez – çevre gibi ekonomik politik kavramların ıskartaya çıkarıldığı köklü bir dönüşümdür.
Ana akım tartışmalarda bazı Marksistlerin de katıldığı bir görüşe göre üretimin dünya çapında yayılması dünya ekonomisindeki eşitsizliklerin azaltılmasına yaramaktadır ve bu görüş Hindistan, Çin, Endonezya gibi yükselen ekonomilerle örneklendirilerek desteklenmektedir. Emperyalist dünya ekonomisi artık “değişen hegemonyalarla” açıklanmaya gayret edilmekte, emperyalizm “demode” bir kavram olarak anılmaktadır. Küresel zincirlere şekil veren güç ilişkilerinin adem-i merkeziyetçi yanlarına odaklanılarak KTZ’lerin merkezi yapısı özellikle göz ardı edilmektedir. Intan Suwandi, bu görüşe karşı çıkarak görünüşte merkezi olmayan KTZ’ler üzerindeki güç ilişkilerinin başlıca aktörlerinin arasında bir çeşit adem-i merkezileşme oluştuğunu düşünmez ve dünya ekonomisinin hiyerarşik, emperyalist özelliklerini koruduğunu savunur. O’na göre kapitalist dünya ekonomisini emek–değer teorisi merceğinden incelemeden ve sömürü ilişkilerine odaklanmadan kavramak imkânsızdır. Analizinin merkezine emeği koyan bir meta zincirleri çerçevesi çizerek ortaya koyduğu yaklaşımı “emek-değer zincirleri” olarak adlandırmaktadır.
Emek-değer zincirleri çerçevesince birim emek maliyetlerinin ölçümü önemlidir çünkü birim emek maliyetleri yalnızca ücret düzeyleriyle ilgili değil aynı zamanda emek verimliliğiyle de ilgilidir. Ücretlerin düşük olması kadar emek verimliliğinin de yüksek olması beklenir. Çokuluslu şirketlerin birim emek maliyetleri düşük olan Çin, Hindistan, Endonezya gibi ülkelere yönelmesi bu ülkelerin emek-değer zincirinde daha fazla yer almasına yol açmaktadır. Bu şekliyle emek-değer zincirlerinin küresel organizasyonu, küresel Güney ülkelerindeki işçilerin çokuluslu şirketler tarafından daha fazla sömürülmesi yoluyla artı değer elde etmesi sürecinin organizasyonudur. Bugün esasen üretim, birim emek maliyetlerinin düşük olması nedeniyle Güney’de gerçekleşse bile üretim sürecinde ortaya çıkan emek değerlerine el koyan çokuluslu şirketler nedeniyle bu değerin Güney’de ortaya çıktığı kayıtlara geçmemektedir. Burada önemli olan mesele, böylesine önemli değişiklikler meydana gelirken emperyalizmin kapitalizmin gelişimine en başından itibaren eşlik ettiğinin bilincinde olunmasıdır. Dolayısıyla emperyalist merkezdeki dev tekeller ve bir avuç devlet tarafından kontrol edilen eşitsiz, hiyerarşik dünya ekonomisini ifade eden kapitalist emperyalizm hakkında konuşurken bunun kendine özgü yanları olduğu akılda tutulmalıdır. Emperyalizmi ekonomik bağlamından kopararak yalnızca siyasal yönüyle değerlendirilmesi hatasına düşülmemelidir.
Dünya ekonomisinin hiyerarşik, eşitsiz yapısını derinleştirecek şekilde çokuluslu şirketlerin doğrudan yabancı yatırımları hızla küresel Güney ülkelerine kaymakta ve 2010 yılı itibariyle tüm dünyadaki doğrudan yabancı yatırımların yarısından fazlası buralarda toplanmaktadır. Bu yatırımlar daha çok imalat sanayi sektöründe yoğunlaşmış, küresel Güney halklarını hızla proleterleştirmiş ve dünyanın en büyük işçi nüfusunun oluşmasına yol açmıştır. Bugün küresel Güney’de en az 450 milyon kişi KTZ’ler bünyesinde faaliyet yürüten taşeron firmalarda çalışmaktadır.
Çokuluslu şirketlerin taşeron firmalar aracılığıyla emek süreci denetimlerini sıkılaştırması, emek üretkenliğini tarihte görülmedik düzeylere çıkarmıştır. Bu elbette uzun çalışmaya bağlı ölümler, hastalıklar, intiharlar, sosyal sorunlar vd. şeklinde sonuçlar doğurmaktadır. Bu sorunlar arasında intiharlar insanların yaşadığı çaresizliğin en uç ifadesidir. Örneğin 2012 yılında, ABD merkezli Apple’n en büyük tedarikçisi olan Çin merkezli Foxconn Fabrikasında çalışan işçiler ücretlerine zam yapılmayınca 300 kişilik toplu intihar girişiminde bulunmuş, fabrika çatısından kendini aşağı atarak en az 16 işçi yaşamını yitirmiştir. Yıllar içerisinde benzeri intiharlar ve intihar girişimleri çokça yaşanmış, Foxconn ise çözümü iş sözleşmelerine “intihar yasağı” maddesi koymakta ve fabrika etrafına ağlar çekmekte bulmaya çalışmıştır.
Foxconn yalnızca sıkı denetimleri ve baskıcı çalışma koşulları açısından değil, KTZ’lerin yukarıdan aşağıya halkalar şeklinde bağlanmasının da en bilinen örneğidir. Öncü firmalar ile taşeron firmalar arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkisini en iyi Apple ile Foxconn arasındaki ilişkide görebiliriz. Gelişmiş tasarımları ve bu tasarımların fikri mülkiyet haklarını bünyesinde barındıran Apple, bu ürünlerin fiili üretimini devasa insan kaynağıyla Foxconn’a taşere etmektedir. Foxconn da bu ürünlerin üretimini başka coğrafyalarda bulunan daha alt düzeydeki binlerce taşeron firmaya yaptırmaktadır. Apple akıllı telefon üretiminde bir tekel güç olarak piyasayı belirlerken taşeronu Foxconn da pastadan daha büyük pay alabilmek, ileride kendi başına bir tekel olabilmek için kendi altında çalışan taşeron firmalara köleci koşullar dayatmaktadır.
KTZ’leri emperyalizm bağlamıyla ele alan bir başka araştırmacı Phil Neel, Çin’in güneydoğusunda yer alan İnci Nehri Deltası (İND)’nda yaptığı araştırmada, bu bölgenin dünyanın en önemli sanayi ve ticaret kompleksi haline dönüştüğünü çarpıcı verilerle ortaya koymaktadır: “İND’nin tek başına GSYİH’si Endonezya’nınkinden büyük. Buradaki üretim Çin’in bütün ihracatının yaklaşık dörtte birini oluşturuyor (Çin ihracatı da küresel toplamın yaklaşık yüzde on dört veya on beşini oluşturuyor). Bunu şöyle bir perspektife oturtabiliriz: bu tek bir nehir deltasından akan tüm ihracatı kendi başına bir ülkeymiş gibi değerlendirecek olsaydık, bu ülke Japonya ve Hollanda ile birlikte dördüncü sırada yer alırdı (böyle bir listede üçüncü sırada Almanya, ikinci sırada ABD ve birinci sırada ise Çin’in geri kalanı yer alırdı). Küresel üretim kompleksinin birçok ağırlık merkezi var, ancak küresel üretimin kalbi denebilecek tek bir bölge seçmek zorunda olsaydık, bu muhtemelen İND olurdu.”
Neel, İND’de böylesine servet biriktirmeye olanak tanıyan tedarik zincirlerinde Çinli firmaların genellikle orta segmentte yer aldıklarını ve üretilen malların bu zincir içerisinde hareket ettirildiğinin altını çizmektedir. Yani KTZ’lerde üretilen değerin büyük kısmı öncü firmaların kurdukları hiyerarşik taşeronluk ağları sayesinde merkeze aktarılmaktadır. Artı değerin Küresel Güney’den çıkartılması, KTZ’lerin işleyişi açısından kural hükmündedir. Neel, çeşitli sermaye grupları arasındaki rekabetçi-işbirlikçi mücadelenin KTZ’lerde gerçekleştiği ve daha fazla üretimin daha ucuz işgücü piyasalarına kaydırılması yönünde teşviklerden söz etmektedir. Üretimin bu hareketi sanayileşmenin coğrafi düzlemde “göç eden kazlar” modeliyle hareket ettiği fikrini ortaya çıkarmaktadır. Örneğin Japonya gibi önde gelen “kazların” daha düşük kaliteli sanayi kollarını Güney Kore ve Tayvan gibi yerlere taşıdığı, daha sonra bu ülkelerin de aynı üretim alanlarını Çin gibi yerlere bıraktığı ve bu sanayileşme göçünün vardığı her yeni noktada kalkınmayı teşvik ettiği bir model bu. “Türkiye’de tekstil patronlarının daha ucuz işgücü arayışı sonucunda üretimi Mısır’a kaydırmaya başlaması acaba Türkiye’yi de ‘göç eden kaza’ dönüştürür mü?” sorusunu buraya bırakıp, çalışmanın bundan sonraki kısmında KTZ’lerin Türkiye’ye yansımasını sendikal hareketle bağını kurarak ele alalım.
Anadolu’da Küresel Fabrika
Türkiye bugün çalışma rejimi bakımından hiç olmadığı kadar küresel Güney ülkeleriyle (Batı) benzerlik gösteriyor. Uluslararası sermayenin rekabet gücünü artırmak için bir ülkenin çalışma yaşamından beklediği her şey –esneklik, güvencesizlik, sendikasızlık, taşeron çalışma, düşük ücretler, yedek işgücü- burada var. Türkiye bugün ana muhalefetinden iktidarına tüm düzen siyasi güçleriyle ülkenin bulunduğu jeopolitik konumunu ve içinden geçtiğimiz süreçte tek kutupluluğun çözülmeye başlayışını fırsata çevirecek hamleler yapmayı kolluyor. KTZ’lerinin güvenlikçi birtakım politikalar nedeniyle kısalmasıyla Türkiye’nin Çin-ABD arasındaki rekabetten doğan çekişmeli ortamdan istifade ederek bu zincirler üzerinde stratejik konum elde etmesi planlanıyor. Egemenlerin ‘Türkiye’yi Çin yapma’ hayalinin arkasında bu fırsatları değerlendirmeyi becermiş bir Türkiye’nin bölgesel emperyal güç olma arzusu var. İsrail’in Filistin işgali ve katliamında, Türkiye’nin ekonomik ilişkilerini sürdürdüğü biçimiyle İsrail’den yana saf tutması ve ABD’nin bölgesel çıkarlarından bağımsız hareket etmemesi bu emperyal güç olma arzusu ile birlikte düşünülmelidir.
Siyasi iktidar AKP-MHP bloku ve Erdoğan’ın ‘Türkiye’yi Avrupa’nın yeni Çin’i yapma’ hayali doğrultusunda uyguladığı politikaların kökeni 1980’li yıllara, bir darbeyle ancak hayata geçirilebilmiş 24 Ocak Kararlarına kadar uzanıyor. O dönem Özal hükümetinin bayraktarlığını yaptığı neo-liberal politikalar yıllar içesinde ve daha çok 2003 sonrası, KİT’lerin özelleştirilmesi, kuralsız esnek çalışmanın yaygınlaşması, doğanın metalaştırılması, köylülerin kentlere sürülerek proleterleşmesi, yoksul halkın mülksüzleştirilmesi süreçleriyle şekillenmiştir. Türkiye, tekstil, otomotiv parçası gibi düşük katma değerli ürünler ihraç ederek kalkındırmaya çalıştığı ekonomisiyle küresel kapitalizme eklemlenmesinde kendine biçilen role uygun hareket etmektedir. Ülke toprakları ve emekçileri uluslararası sermayenin sömürüsüne açılırken devlet ilan ettiği onlarca serbest bölge ile bu süreci kolaylaştırmaktadır. Bu serbest bölge alanları ve mantar gibi çoğalan OSB’ler bugün Anadolu’nun tüm kentlerini kuşatmış, bu kentlerin yalnızca insanını değil, toprağını, havasını, suyunu, tüm canlılarını zehirlemektedir.
Çokuluslu şirketlerin yerel apartları olan taşeron şirketler ve holdinglerin işlevleri burada önem taşıyor. Türkiye’de siyasetle bağlantısı olan holdingler üretimin yapıldığı bölgede/yerelde tüm toplumsal yaşama yön verecek kurum ve temsilcileri etkileme, içerme, yönetmeye muktedir kılınıyor. Tarikat, cemaat, STK, parti üyelikleri, çıkar ortaklıkları, tehdit, şantaj, gerekirse kaba kuvvet gibi tüm yollar kullanılarak hem emekçi halkın olası öfkesinin bastırılması hem de sömürü çarklarının hızla, sorunsuz dönmesi için devlet- holding- cemaat-mafya- çete ilişkileri birbirine bağlanıyor.
Örneğin 13 Şubat’ta Erzincan İliç’te liç yığının kayması sonucunda 9 madencinin göçük altında kalarak hayatını kaybetmesine sebep olan ana firma Anagold’un, Çalık Holding ve Kanadalı SSR Madencilik Şirketiyle ortaklığının, bu şirketlerin katliamdaki sorumluluklarının gizlenmesi, yargı eliyle cezasızlıkla ödüllendirilmesiyle beraber işyerinde Bağımsız Maden İş’in örgütlülüğünün bitirilmek istenmesi birbiriyle bağlantılıdır.
Siyasi bağlantılı taşeron firmalar yalnızca emeğin daha fazla ucuzlatılmasını değil aynı zamanda ücretin sürekli aşağı doğru çekilmesini sağlayacak şekilde kurulu düzene ve siyasi iktidara rıza devşirmeye yarayan araçlardır. Bu bakımdan çokuluslu şirketler açısından işlevsel olduğu kadar siyasi iktidarın emekçilerin desteğini alabilmesi açısından da gereklidir. 2024 yerel seçimlerinde görüldüğü üzere siyasi iktidar rıza üretme kapasitesi zayıflamış bir iktidardır. Bugün yoksulluk toplum kesimlerinin tamamında yaygınlaşmış, beslenme, barınma, sağlık, eğitim türünden en zaruri ihtiyaçlar karşılanamaz hale gelmiştir. İktidar açısından kitleleri yönetmenin kolay olmadığı böylesi bir dönemde taşeron şirketler ve holdingler ekonomik kârlarını büyütme karşılığında toplumsal yaşamda daha fazla rol ve işlevler üstlenmekten geri durmamaktadır.
Taşeron firmalarla yakın ilişkileri olan bir diğer yapı sarı sendikalardır. Sendikal alanı ele geçirmiş bu yapılar, Türkiye işçi hareketinin gelişimi ve mücadelesi önündeki en büyük engellerden birini teşkil etmektedir. Sarı sendikalar şirketlerin insan kaynakları bürosu gibi çalışarak, işçi hareketini boyunduruk altına alarak işçilerin kitleler halinde hak arama eğilim ve potansiyellerini daha baştan yok etmeye çalışmaktadır. Bu sendikalar işçileri aidatlarından gelir sağlanan kâr kapıları olarak görmektedir. AB, BM gibi emperyalist örgütlerin ekonomik ve ideolojik destekleriyle, ‘sosyal diyaloğu’ sendikal faaliyet zanneden bir anlayışı sendikal alana yerleştirmektedir. Bugün ne yazık ki Türkiye’de devrimcilik iddiasına sahip sendika ve oluşumlar da bu anlayışın yerleşmesinde doğrudan veya dolaylı katkılar sunmaktadır. Burada en önemli katkı kuşkusuz DİSK’ten gelmektedir. Bunu yalnızca DİSK’in mücadele geleneğinden kopup bugün hapsolduğu sosyal diyalogcu, bürokratik çizgisine bakarak söylemek eksik olur. Çünkü DİSK aynı zamanda dünyayla paralel şekilde 1980’den günümüze değişen dönüşen Türkiye’nin endüstri ilişkilerine ve onun ihtiyaçlarına uygun bir örgütlenme tarzı geliştirmeyip eski araç ve yöntemlerde ısrar ederek kendi statükosunu korumak dışında bir şey yapmamıştır. 2009 Tekel Direnişi ile bir dönemin kapanıp, 2015 Metal Fırtına ile yeni bir dönemin başladığı sendikal alanda DİSK etkisiz kalmayı tercih ederek işçi ve emekçilerin sadece güvenini kaybetmedi aynı zamanda geçmişten gelen itibarını da kaybetti. Bu konuda çok sayıda yazı, yayın, eleştiri yapmış bir hareket olarak Umut-Sen yıllardan beri bu özelliği nedeniyle sol kamuoyunda şeytanlaştırılmaya çalışılsa da en son 2024 1 Mayıs’ında ayan beyan ortaya çıkan DİSK yönetiminin kaypak tutumunu bugün sol çevreler de eleştirmeye başlamıştır. Bu eleştirilerde, bu çevreler ile DİSK arasındaki çıkar uyuşmazlıklarının payı büyük olsa da bizce önemli olan sendikal alandaki çatırdamaları işçiler lehine büyütmek için doğru bir tarzla, yeni bir anlayışı bıkmadan usanmadan inşa etmeye çalışmaktır. Depolardan madenlere, marketlerden okullara, enerjiden tarıma tüm sektörlerde memleket sathında fiili, meşru mücadele tarzıyla hareket eden taban örgütlenmelerine ihtiyacımız var.
Anadolu’da küresel fabrikayı örgütlemek için korunaklı alanlarımızdan çıkarak cüret etmeli, oralarda mekânsal ve ilişkisel olarak köklü bağlar kurmalıyız. Bunun kısa ya da kolay yolu yoktur. İç içe geçmiş, devasa ölçüde kuvvetlenmiş, kompleks bir düşmanı yenebilmemiz için güç biriktirmek, direnmek ve örgütlenmek dışında seçeneğimiz yok. İşçi hareketi, eskimiş, işe yaramayan anlayışlardan, 70’lerde kalmış sosyal, siyasal yapılardan koparak bugünün mücadele araçlarını kendisi inşa edecektir. Anadolu’nun en ufak kasabaları bile küresel meta zincirlerinin birer parçası haline gelmiş durumdayken buralarda yapacağımız işçi direnişleri ve ayaklanmalarının halka halka yukarı doğru yükselmesini gerçekçi bir olasılığa dönüştürmeliyiz. Daha fazla örgütlenme daha fazla adanmayla proleter devrimciliği bu topraklarda halkların umudu olarak yeşerteceğiz. Zinciri kıracağız!