Pusulası şaşan sosyalistler ve kimsesiz işçiler

Türkiye her türden seçim pratiğine halkın ilgi gösterdiği ve seçime katılım oranlarının ziyadesiyle yüksek olduğu bir ülke. Ancak bunun ötesinde, yani halkın sandık sevmesi gerçeğinin ötesinde, bütün köklü siyasal dönüşümlerin kaderinin son dönemde seçim sonuçlarına bağlandığı, siyasal militanlığın sandık eksenli bir faaliyete dönüştüğü de bir vakıa. Ana akım merkez sol ve sağ siyasal hareketler açısından bir sorun olarak tarif edilemeyecek bu durum, bırakın devrimci iddiaları köklü siyasal dönüşüm hedefleri açısından bile aslında bir vazgeçiş anlamına gelir. Ne yazık ki kimileri kendisine devrimci de diyen sosyalist solun ülkemizdeki durumu esas olarak budur: köklü siyasal dönüşüm hedeflerini unutmuş derin bir statükoculuk ve yerleşik siyaset örgütlenmelerine öykünme ve bunlara sığınma arası ikircikli bir tutum. Önümüzdeki yerel seçimlere dair çıkarımlardan bahsetmeden önce bu tespiti tekrarlamakta fayda var, çünkü sandık bağımlılığının olumsuz sonuçları seçimlerden ziyade seçimsiz kalınacak dönemde kendini gösterecektir. Öyle ya müptelalar bağımlılık kaynaklarına erişimleri kesildiğinde yoksunluk nedenli esas büyük krizlerine girerler. Umulur ki o süreçte bu müptelaların en düşkünlerinden sonsuza dek kurtuluruz.

Genel seçimlerden farklı olarak yerel seçimlerde lokal olarak farklı tutum almak mümkündür. Kuşkusuz ülke siyasetinin genel durumu bütünüyle göz ardı edilemez. Bu bakımdan Cumhur İttifakı iktidarını geriletecek, moralsizleştirecek, zayıflatacak ve böylece seçimsiz döneme bir demokratik meşruiyet kaybıyla girmesine yol açacak, böylece o sürece ertelenen kemer sıkma politikalarının uygulanmasını da zorlaştıracak bir sonuç çıkması istenir ama bu bakımdan önemli olan tek seçim İBB seçimidir. Burada AKP’nin kaybetmesi yeterlidir bile denebilir. Her ilçede, her büyükşehirdeki sonuçların aynı biçimde değerlendirilmesi anlamsızdır. İBB seçimlerini bu yerel seçimde bu hale getiren de açıkçası ülkenin özgün siyasi konjonktürüyle Reis etrafında yaratılan siyasi mit anlatısının başlangıç hikâyesidir. Müstakbel bir Erdoğan olarak İmamoğlu’nu öne çıkartan da onun kişisel özelliklerinin ötesinde geçen İBB seçimini hukuksuz bir biçimde tekrarlatan Sarayın kendisidir. Yerel seçimlere dair üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da kayyum zorbalığıdır. Devletin halkın demokratik tercihini tanımayarak HDP’li ve DBP’li belediyeleri kriminalize etme siyasetine güçlü bir yanıtı sandıkta da vermek, aynı hukuksuzluğun DEM Partiden seçilecek siyasetçilere yönelik uygulanmasını da zorlaştıracaktır. Kayyum atanan tüm yerellerde bu zorbalığın tanınmadığının gösterilmesi ülkemizdeki demokrasi mücadelesinin de, şovenizme karşı mücadelenin de gücünü ve cesaretini arttırır.

Bunların dışında, yerel seçim tavrı her yerelin, her güncel tarihin, güç ilişkilerinin objektif değerlendirmeleri üzerine yükselir. Her seçim süreci devrimcilerin güç ilişkilerini genişletme, yeni alanlar kazanma, halkın iktidar olma yetenek ve kapasitesini büyütme olanağı olarak konjonktürel tavırlar geliştirdiği bir zemin olarak değerlendirilmelidir. Bunun pratikteki yönteminin ne olacağı zaman, yer, koşul ve güncel taktiğe göre değişir. Bu bakımdan kimsenin öznel değerlendirmesine dair, önerilen yordamın kendi iç tutarlılığı ve mücadele tarihimizdeki yeri dışında masa hakemi gibi uzaktan ahkâm kesmek istemeyiz. Biz yereldeki yerleşikliğimizi, ilişki ağımızı, olanaklarımızı geliştirecek, kökleştirecek, 1 Nisan’a ve sonrasındaki mücadelelere en avantajlı biçimde hazır olmamızı sağlayacak lokal tutumları benimseyeceğiz.

Bununla beraber bu yerel seçim döneminde farklı kesimlerce sıkça kullanılan komünist belediyecilik, sosyalist belediyecilik, halkçı belediyecilik ve benzeri ifadelerin yersizliği ve yanıltıcılığına dair bir tespit yapmadan da olmaz. Neoliberal küreselleşme Türkiye’sinde belediyeler birer şirkettir başka bir şey değil, dolayısıyla bunların idaresine talip olan bir şirketin idaresine taliptir. Bu belediye görünümlü şirketler, seçim kazanmak için ulufe dağıtmaktan belli ölçülerde çekinmemeyi benimsemiş AKP idaresinde eski Türkiye’nin Kamu İktisadi Teşekkülleri gibi görev zararı yazmaktan çekinmezler. Dolayısıyla bugün artık pek çok belediye yerel hizmetleri özellikle su ve ulaştırmayı sübvanse etmekte, kaynaklarını hayırseverlik için ayırmakta, kendine yakın STK’larla katılımcılık gösterileri yapmaktadır. Bu bakımdan suyu çok ucuza vermeyen, özellikle cenaze için ücretsiz araç tahsis etmeyen, partizan biçimde de olsa hayırseverlik için büyük paralar harcamayan AKP’li belediye yoktur. Bunlarla diğerlerinin farkı tercih ettikleri toplumsal örgütlerin siyasal kimliği ve bazı diğer esasa etki etmeyen kısmen daha “ilerici” kapsayıcılık biçimleridir. Esası itibariyle istisnasız hangi parti ya da aday eliyle yürütülürse yürütülsün günümüz yerel yönetimlerinin ekonomi politiği bir ve aynıdır, o yüzden yetmişlerin CHP belediyelerinin şiarı toplumcu belediyecilik benzeri herhangi ayrı bir çizgiden bahsetmek 12 Eylül sonrasında kesinlikle mümkün değildir. Bir iki iyi niyetli çaba, hele de “Çamura Son” kampanyasının trajikomik taklitleri bu gerçeği asla değiştirmez. Kuşkusuz siyasetler kendi propaganda hedefleri doğrultusunda istediklerini söylerler ama iki asra yaklaşan mücadele geleneğimizi tanımlayan kavramları rahat bırakmakta fayda vardır.

Kılıçdaroğlu ve mücadelelerini onun seçim başarısına endeksleyenler kaybettikten sonra “seçimlerde ‘Kılıçdaroğlu kazanırsa, biz de kazanacağız’ diye hayal satanlar yenilginin sonuçlarını bugün yaşıyorlar, yerel seçimleri beklerken CHP’deki kurultay karışıklığı nedeniyle gözüne far tutulmuş tavşan gibiler. Emekçiler ise seçim deneyimleri onlara bu süreçlerde maddi kazanımlar elde etmenin mümkün olduğunu 89 Bahar’ından beri öğrettiği için kimin kazanacağından ziyade kampanya süreciyle ilgililer. Bu yüzden Antep’ten Bergama’ya, oralardan büyük kentleri çeviren sanayi havzalarına, işçilerin durumlarını iyileştirmek için inisiyatif aldığını görüyoruz” demiştik. Bu çabalar savunma sanayi işçileri, özel okul öğretmenleri ve Seydişehir Alüminyum işçileri başta olmak üzere devam etti. Örgütsüzlüğümüz tüm bu mücadelelerin çok zayıf kazanımlar elde edilince hemen sönümlenmesinde faktördür. Bu durumun değişmesi için inisiyatif geliştirmek elzemdir.

Halkımızı zehirli yığınların altında kefensiz gömülmeye mahkûm bırakan vahşi sömürü düzenini, adını sıradan vatandaşın “Hard Kapitalizm” koyduğu bu cehennemi geriletmek için anlamı olduğu ölçüde bu yerel seçimle ilgileniyoruz. Bugün en kabasından bir servet düşmanlığına bile kulak kabartmaya hazır insanların kendine devrimci diyenlerden esas beklediği adanmışlık ve odaklanmadır, bir de bu sömürü düzenine karşı tavizsiz bir düşmanlık. Bu tutumu ete kemiğe büründürecek biçimde aynı hedefte ortaklaşanların birbirleriyle konuşarak ve pratik içinde dayanışarak yol yürümesi 1 Nisan’a giderken ve sonrasındaki emekçi mücadelelerinin siyasileşmesi için gereklidir. Kendimizi düzen içi reformist safsatalara kaptırmamalı, “Anadolu’daki küresel fabrikanın” uçsuz bucaksız işliklerinde ter döken emekçilerin arasında, bu emekçilerin yaşamaya mahkûm edildiği müstakbel enkaz alanlarında köklenmeli ve işçi hareketini omurgasından tutup hareketsiz kılan, sahte sendikaların da dahil olduğu, o korkunç toplumsal ve politik cendereye kafa tutmalıyız. Buna hazır olanların siyasal diyaloğu kimin belediye başkanı olacağından mühimdir.