Hafızamızdaki Mahir

                            “Marksizm hareketin, hareket halindeki bir doktrinidir” Mahir Çayan

Yoksulluk, işsizlik, iş cinayetleri, ekolojik sorunlar, kadın cinayetleri artarken, genç, çocuk, kadın, emekli demeden milyonlar günbegün küresel ve yerel sömürü ağlarına mahkum edilirken sosyalistlerin gündemini büyük ölçüde seçimlerin belirlemesi “soğuk” bir gerçek. Bu yüzden de bir o kadar soğukkanlı bir değerlendirmeyi gerektiriyor. Seçim özelinde yapılabilecek değerlendirme için bakılabilir: https://komiteler.org/2024/03/pusulasi-sasan-sosyalistler-ve-kimsesiz-isciler/ Ama bu değerlendirmenin diğer bir boyutu yani sosyalistlerin özgül durumun politik değerlendirmesini yapma ve buna göre hareket edebilmelerinin tamamlayıcı diğer boyutu, mücadelenin tarihsel doğası ve enternasyonal karakteriyle ilintili. Bu boyutun eksikliği ya da zayıflığı ise sosyalist siyasetin egemen siyasetin ve ideolojinin tayin ettiği sınırlara takılmasını beraberinde getiriyor. Kuşkusuz ki bu aynı zamanda sosyalist hareketlerin varoluş tarzına yani somut durumlarına bağlı politik ve ideolojik bir eğilim. Elbette ki güncel hareketini, programını ve stratejisini neredeyse bütünüyle düzen siyasetinin üretimi ve gelişimiyle koşullu olarak ve onun getirdiği sınırlarla belirleyen sosyalist hareketlerin mevcut varoluş tarzı ve politik eğilimleri ile bu üretim ve gelişime eklemlenmesinin iradi boyutu birbirinden ayrılabilir değil. Bu iki etken epeydir birbirini yeniden üretecek şekilde sosyalist siyaseti şekillendiriyor ve sosyalist siyasetin kendi içinde de hegemonyasını üretiyor. Bu vakıa, sosyalizm mücadelesinin öncülü olan temel gerçekleri hatırlama ve onun beraberinde getirdiği gereklilikleri -koşullar gereği daha zor olsa da- daha ivedi kılıyor. Zira tarih bize koşullar ne denli zor olursa olsun devrimciliğin mümkün olduğunu defaatle gösterdi. Mahir Çayan da böylesi bir hafızada yer etti.    

İçinde bulunduğumuz koşullara dair politik bir değerlendirme yaparken Mahir’i anmamızın nedeninin onu yüceltme ya da şahsına dönük bir övgü olmayacağı açık. Zira devrimciler yüceltilmeye de övgüye de ihtiyaç duymaz. Bizim için bu yönde bir anmanın esprisi ise sadece ve sadece tarihsel ve fikri gerekçelerle olabilir. Onun özellikle Lenin’in fikirlerini ve bakış açısını özümseyerek geliştirdiği strateji ile taktik ve objektif ile subjektif koşulların ilişkisine dair fikirleri; olay, olgu ve ilişkileri ele alış tarzı ve bu özümsemenin getirdiği politik hareket tarzı sosyalist mücadelenin mevcut durumu hasebiyle ve bu açıdan kimi temel gerçekleri hatırlamak için üzerinde durulmaya değer.

Siyasete güncel müdahale tarzımızı belirlerken, mevcut siyasi ilişkilerdeki ve ideolojik yaklaşımlardaki farklılıkların, benzerliklerin ve saflaşmaların özgül durumunu göz önünde bulundurarak geliştirmemiz gereken taktikleri -sosyalist- stratejiymişçesine kalıcılaştırma tavrı sosyalist siyasette epeydir yaygınca kullanılıyor ve hatta alışkanlık haline geldi. Bunun somut örneklerini son yıllardaki seçimlerde gördüğümüzü söyledik. Bu durum hem bir sonuç hem de bir neden. Stratejik kararlar ve hareket tarzı bahaneleriyle hem sosyalizm mücadelesinin tarihsel doğasını, bu mücadelenin tüm insanlığın özgürlüğü için hayatiliğini ve kuşatıcılığını hem de bu yöndeki stratejiyi belirleyen temel çelişkinin özgül görünümünü göz ardı eden ya da kendi fikir ve hareket tarzını haklılaştırmak için bunları olduğundan farklı göstermeye çalışan sosyalist hareketlerin durumu, bazen parti bazen örgüt bazen de önderlik görüntüsü altında beliren ‘öznelciliğin’ ya da otonomculuğun yeniden ve yeniden üretilmesine kaynaklık ediyor. Bu eğilim, halihazırdaki sosyalist hareketlerde yaygın bir siyaset üretme biçimi halini aldı. 

Bir yandan bizi neyi ne için yaptığımızı hatırlatmaya zorlayan koşullar diğer yandan sınıf mücadelesinin güncel ve acil ihtiyaçlarına yetişme zorunluluğu sosyalistler için bugüne özgü bir zorunluluk değil. Tarihte kimi zaman nesnel koşulların bugünkünden daha elverişli kimi zaman ise daha elverişsiz olması söz konusu olsa da sosyalistlerin aynı disiplinle ve aynı süreklilikle devrime odaklanması mümkün olmuştur. Devrimciler koşulların akışına kapılmak ve olumsuzluklara hayıflanmak, yakınmak bir yana özgül ve nesnel durumu akılcı bir şekilde anlamak ve koşullar ne denli olumsuz olursa olsun mevcut güç ilişkilerini kısa ve uzun vadede proletaryanın çıkarına uygun hale getirecek şekilde hareket etmişlerdir. Öyleyse sosyalist olmanın kati gerekliliğini ölüm yıl dönümünde Mahir aracılığıyla hatırlayalım: “Devrim için savaşmayana sosyalist denmez.” Sosyalistlerin –ya da kendini öyle addedenlerin- sınıf mücadelesi, proletarya diktatörlüğü, Marksizm, devrim, ideolojik kesinlik, emperyalizm, güç ilişkileri gibi sosyalizm mücadelesi için temel olan olgular yokmuş gibi tarihsiz ve materyalist olmayan fikirlere ve hareket tarzına yaygın biçimde sahip olması, bizi hem tarihi ve tarihin bugünle ilişkisini hem de ikisi arasında kurulacak ilişkinin her seferinde yeni bir yöntemle, yeni bir bakış açısının keşfiyle değil materyalist bir yolla kurulabileceğini de hatırlamamız gerektiğini gösteriyor: “ ‘politik konjonktür’ veya ‘aktüel uğrak’ kavramı ‘belli bir toplumda, tarihin belli bir anında o toplumdaki sınıflar ve güçler arasındaki kuvvet dengesinin objektif durumu’ anlamına gelir” (M. Çayan). Güncel ihtiyaçlarla nihai amaç ya da Mahir’in politik konjonktür tanımındaki özgül durum ile onu belirleyen nihai etken olarak sınıf ve güç ilişkileri arasındaki bağlantı koptuğunda ya da göz ardı edildiğinde halis bir pragmatizm ve bunun getirdiği grupçuluk kaçınılmaz hale gelir. Proletarya devriminin ve devrimciliğinin enternasyonal karakteri yok sayılır ve bir tür cemaatçilik türer. Bu bazen bir hareket, bazen bir parti ya da farklı siyasi unsurları içeren ittifak şeklinde açığa çıksa da özünde aynı yaklaşımın farklı görünümüdür. Bu yaklaşım ve hareket tarzının nihai niteliği kimlikçiliktir. Bu ise sosyalist hareketlerin dünyada büyük ölçüde egemen olan “kimlik siyaseti”nin etkisi altında olduğunun emaresidir. Örgütçülük, gelenekçilik, önderlik, particilik vb. olarak tezahür eden eğilimler, bazen devrimciliği, komünistliği bile bir kimlikten ibaretmişçesine ve bunun da belli söylemsel gereklilikleri varmışçasına düşünülmesine neden olmaktadır. Devrimcilik -en azından ilk anlamıyla- bir kimlik değildir. Dahası kimlikçi hareketler büyük ölçüde küçük burjuva ideolojilerle şekillenmiştir. Güncel bir uyarıyı da içerecek şekilde hatırlayalım: “proleter devrimcilerinin görevi, işçi sınıfını, ihtimaller üzerine kurulmuş bir politikaya dayanarak, küçük burjuvazinin peşine takmak değil, tam tersine, onu bilinçlendirerek, örgütleyerek bütün halkın öncüsü durumuna getirmektir” (M. Çayan).

Güncel ihtiyaçlarla nihai amacı hem birbirinden ayırmak hem de tarihsel bir ilişki içinde ve birlikte düşünmek, bu yönde güncel saflaşmaların altını çizecek ve bunu derinleştirecek politik ve ideolojik müdahalelerde bulunmak için Mahir Çayan’ın Lenin’den de yararlanarak bize hatırlattığı ilk ayrımın altını çizelim: “İçinde yaşanılan toplumun süreci içindeki çelişmelerden ana çelişmenin saptanarak, bu ana çelişmenin tayin ettiği, o sürecin niteliğinin belirtilmesine, (Devrimci aşamanın tayini) ve bu niteliğe uygun devrimci şiarların kompoze edilmesine Marksist literatürde strateji denir.” Taktik ise “ana çelişmenin niteliğini tayin ettiği sürecin, değişik aşamalarının değişik şartlarına göre (sürecin belli aşamalarında bazen tali çelişki ile üst üste gelebilir, bazen de ana çelişmenin bazı kısmi unsurları çözümlenir), bu şartlara uygun pozisyonlar çizme, şartlara uygun, tecrit edilmiş hareketler yapma sanatıdır.” Yukarıda bahsi geçen nihai amaç ile güncel ihtiyaçlar arasındaki ilişkinin nesnel duruma uygun şekilde kurulamamasına bağlı olarak strateji ile taktik arasındaki ilişkinin de doğru kurulamamasının beraberinde getireceği kaçınılmaz sonuçlardan biri, mücadelenin her açıdan demokratik yolla ve demokratik araçlarla sürdürülebileceğinin ilkeselleştirilmesidir. Mahir’in deyimiyle “ekonomik ve demokratik mücadeleyi, politik mücadeleye dönüştürmek” –Mahir’in suni denge kavramıyla birlikte düşünmemiz gereken- devlet olgusunun tarihsel ve sınıfsal karakterini, gelişimini görmezden gelmek ve bu açıdan onu ‘yenilmez’ addetmek ya da bu yönde düşünülmesine neden olacak bir hareket tarzı içinde olmak “sağa kayma” olarak nitelenebilir. Proleterleşme hızla artarken, sömürü günbegün yoğunlaşırken, köylüler topraksızlaştırılırken ve sınıf mücadelesinin bunun gibi onlarca asli gündemi varken bunlarla ilgili neredeyse en ufak bir somut çalışma yürütmekten bile imtina eden sosyalistlerin büyük kısmının son yıllardaki seçimlere atfettiği önem ve bu yönde harcanan emek bu eleştiriden muaf değildir. 

Sosyalistlerin hareket tarzındaki bu kayma ya da sapmanın içeriğine ise yine Mahir ve Lenin aracılığıyla hatırlamamız gereken objektif ve subjektif şartlar arasındaki bağıntı yoluyla değinebiliriz: “Objektif ve subjektif şartları aralarındaki ilişkiyi ortaya koymadan, birbirlerinden bıçak gibi ayırmak metafizik bir tutumdur.” Ama bununla birlikte, “doğrudan talepleri ana görevlerden ve bütün hareketin daimi ihtiyaçlarından ayırt etmek” de gerekir (Lenin). Bunlar zor ama materyalist bir yaklaşımla ve hareket tarzıyla kurulabilir ilişkiler ve farklılıklardır. Mahir’in emperyalizmi ele alışındaki nesnel yaklaşım da koşullar ve etkenler arasında kurduğu bu tarihsel ve sınıfsal ilişkiler dolayımıyla geliştirilmiştir ve günceldir: “Emperyalist dönemde, herhangi bir ülkede devrim şartları, üretici güçlerin gelişme seviyesine bağlı değildir. Çünkü emperyalizm ekonomik otarşiyi yıkarak, milli özel ekonomileri, dünya ekonomisi denilen bir zincirin halkaları haline getirmiştir. Ve sistemin bütünü açısından, bütün ülkelerde devrimin objektif şartları mevcuttur.” Emperyalizmin aynı zamanda içsel karakterde bir olgu olarak saptanması Mahir’in objektif ve subjektif koşullar arasında kurduğu nesnel bağlantı yoluyla kuramsallaştırılmıştır.

Maksadımız devrimcilik dersi vermek değil, ki bu haddimiz de değil. Bu ders sadece ve sadece tarihten çıkarılabilir. Bizim için Mahir’i hatırlamak ise sadece ideolojik, politik saflaşmaları, bunların yerel ve küresel görünümlerini, taktik ve strateji ayrımını ve ilişkisini, emperyalizm ve kesintisiz devrim gibi olguları ele almak değil bunlardan hareketle devrimciliği bilfiil kılmış On’ları ve bu toprakların devrimci tarihini hatırlamaktır. Ne ile ve ne için savaştığımızı ve bu savaşın güncel görevlerini -tüm dünyadaki sınıf mücadelesi tarihiyle birlikte- bu tarih, bu hafıza bize göstermiştir ve göstermeye devam edecektir.