Ekim Devrimi’nin ışığıyla yürüyoruz

Klasik Marksizm söz konusu olduğunda olağandır ki Marx ve Engels’in ardından Lenin gelir aklımıza. O, Marx ve Engels’ten sonra Marksist materyalizmi ve tarihselciliği yine materyalizm yoluyla geliştirmekle kalmayıp proletarya devrimine giden tarihsel sürece ideolojik, politik, örgütsel, stratejik olarak yön vermesi itibarıyla Marksizmi gerçekleştirerek ileri taşımıştır.

Bireylere Marksist materyalist bir bakış açısıyla baktığımızda herhangi bir bireyi tarih üstü ya da ayrıcalıklı, müstesna bir yere koymak bir yana onun nasıl tarihsel gerçeklikle koşullu şekillendiğine ama bununla birlikte tarihsel gerçekliği nasıl şekillendirdiğine birlikte bakmaya gayret etmeliyiz. Lenin’e de böyle bakmalıyız. Bununla birlikte, iddialı gelebilir ama nadir de olsa rastladığımız şu saptama tarihle örtüşmektedir; Marx ve Engels’in geliştirdiği ve gerçekleştirdiği materyalizmi ve tarihselci yaklaşımı devrim yoluyla ileri taşıyan Lenin, bahsettiğimiz bağlamda henüz aşılamamıştır! Dahası Ekim Devrimi’nden sonra komünizm karşıtı ya da Ekim Devrimi karşıtı argümanlar, ideolojiler farklı şekillerde ve sosyalistler de dahil olmak üzere farklı çevrelerce Lenin karşıtlığı üzerinden geliştirilmiştir. Leninsiz Marksizm ya da komünizmsiz sosyalizm anlayışları sadece Lenin sonrası gelişen farklı Marksizmlerden de ibaret değildir. Bununla doğrudan ya da dolaylı ilişkili olan feminizm, ekoloji, gençlik hareketi gibi mecralarda Lenin’in Marksizme ve tarihe bıraktığı devrimci izler ve bu yöndeki süreklilik büyük ölçüde perdelenmiştir. Bu tartışma uzun ve çetrefilli. Biz ise bu yazıda Ekim Devrimi yıl dönümü hasebiyle sadece Lenin’i anmaya değil kısaca onun oldukça güncel argümanları içeren emperyalizm olgusu üzerinden hafızamızı yoklamaya çalışırken onun düşüncelerinin hakikatinin bir kez daha altını çizmeye çalışacağız. Zira Lenin’in bu düşünceleri hâlâ bize yol göstermekle kalmadığı gibi komünist devrimle olan bağımızın bir tercih değil tarihsel zorunluluk itibarıyla kurulmuş olabileceğini bir kez daha hatırlatıyor.

‘Kapitalizmin en yüksek aşaması’, ‘tekellerin ve mali sermayenin egemenliği’ olarak nitelendirdiği emperyalizmde kapitalist serbest rekabetin yerini kapitalist tekellerin aldığını saptayan Lenin, emperyalizmin ekonomik karakteristiğini şöyle sıralar: Üretimin en kapsamlı şekilde toplumsallaşması ve sermayenin yoğunlaşması; büyük sermayedarların kurduğu tekelci birliklerin tahakkümü ve beraberinde gelen şiddetin artması; tekellerin serbest rekabetin üstünde ve yanı başında varlığını devam ettirmesi ve bu yönde çatışmalara yol açması; tekniğin aşırı hızlı ilerlemesi, ulusal ekonominin çeşitli alanları arasındaki uyumsuzluğun giderek artması; bankaların tekelleşmesi; banka sermayesi ile sanayi sermayesinin kaynaşması; sermayenin egemenliğinin mali sermayenin egemenliğine dönüşmesi[1]; mali sermayenin diğer bütün sermaye biçimlerinden üstünlüğü, rantiyenin ve mali oligarşinin egemenliği ve mali yönden ‘güçlü’ birkaç devletin diğer bütün devletler arasında öne çıkması; meta ihracı yerine sermaye ihracı; sermaye yatırımı ve hammadde ithali için toprak gaspı; muazzam boyuttaki sermaye ihracının, geniş sömürgelerin varlığına sıkı sıkıya bağlı olması; özel tekellerle devlet tekellerinin iç içe geçmesi; tekelci sendikaların ve tröstlerin, günden güne serbest piyasayı daha da sınırlaması; muazzam bir para-sermayenin az sayıda ülkenin elinde toplanması; uluslararası düzeyde asalak bir rantiye tabakasının oluşması; mali sermayenin, sömürge siyasetinin sayısız ‘eski’ dürtüsüne, hammadde kaynakları, sermaye ihracı ve ‘nüfuz alanları’ için, yani kârlı anlaşmalar, imtiyazlar, tekel kârları, vb., kısacası genel olarak ekonomik açıdan önemli bölgeler için mücadeleleri de eklemesi; ve en nihayetinde tekel; tröstlerde, kartellerde, dev bankaların mutlak egemenliğinde, hammadde kaynaklarının toptan ele geçirilmesi, banka sermayesinin yoğunlaşması ve her şeyin ekonomik tekele bağlanması. (Lenin, Emperyalizm).

Emperyalizmin yukarıda bahsi geçen ekonomik olgulardan bağımsız düşünemeyeceğimiz siyasal karakteristiğine gelince: Kapitalist devletçe el konmamış topraklara kolayca yayılan sömürge siyasetinden, tamamıyla paylaşılmış yeryüzü topraklarının tekel haline gelmesi için uygulanan sömürge siyasetine geçiş; emperyalizmin kendine özgü siyasal özellikleri, mali oligarşinin baskısı ve serbest rekabetin ortadan kaldırılması nedeniyle her yerde gericilik ve ulusal baskının artması; mali sermayenin bağımsız gücünün tümüyle bağımsız olan devletleri bile kendisine tabi kılması ve boyunduruk altına alınmış ülkeler ve halkların siyasal bağımsızlıklarını yitirmeleri; tekelci kapitalizmin siyasal üstyapısının demokrasiden siyasal gericiliğe geçişi, demokrasi serbest rekabete karşılık gelir, siyasal gericilik ise tekele; yalnızca iki devletin mali sermayesinin ekonomik bakımdan kaynaşması şeklinde değil, emperyalist bir savaş sırasında yapılan askeri bir işbirliği biçiminde karşımıza çıkması. Ve  tüm bu olgulardan çıkarılabilecek sonuçlardan biri şudur: “Emperyalizm genel olarak her türlü siyasal demokrasiyle çelişir, ‘mantıksal’ olarak çelişir.”

İşte güncel miraslardan biri: “Siyasal ve stratejik ilişkilerin özgün niteliğini gözden kaçırmak ve ezberlenmiş ‘emperyalizm’ sözcüğünü gelişigüzel biçimde ha bire tekrar etmek her şey olabilir ama Marksizm olamaz”; zira “tröstler ve bankalar bile, her ne kadar gelişmiş kapitalizmin kaçınılmaz bir unsuru olarak her yerde ortaya çıkmışlarsa da, somut görünümleri bakımından ülkeden ülkeye farklılık göstermekteler. İleri emperyalist ülkelerin –Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya- siyasal biçimleri temelleri bakımından homojen olsa da hâlâ aralarında önemli farklılıklar vardır. İnsanlık bugünün emperyalizminden yarının sosyalist devrimine yürürken de aynı çeşitlilik kendini gösterecektir. Bütün uluslar sosyalizme ulaşacaklardır – bu kaçınılmazdır. Fakat hepsi bunu birebir aynı yolla yapmayacak; her biri demokrasinin şu ya da bu biçimine, proletarya diktatörlüğünün şu ya da bu türüne, toplumsal hayatın farklı alanlarında çeşitli düzeylerde gerçekleşecek olan sosyalist dönüşümlere kendisinden bir şeyler katacaktır. Teorik bakımdan geleceğin bu yanını ‘tarihsel materyalizm’ adına tekdüze gri bir renge boyamaktan daha ilkel bir şey yoktur.”

Tüm bu anlatılanlar bizim hikayemiz gibi değil mi! Düşmanı tanıma çabası içinde olanlar için dahası da var: “Proletarya bölünmüş ve bastırılmışken, kapitalistler kazanmayı sürdürüyorlar, savaştan servetler devşiriyorlar, ulusal ön yargıları kaşıyıp bütün ülkelerde, en özgür ve en cumhuriyetçi ülkelerde bile başını göstermiş olan gericiliği besliyorlar.” “İşte karteller, sendikalar, tröstler; işte milyarları çekip çeviren on kadar bankanın onlarla birleşip kaynaşan sermayeleri.”

Hikaye feci görünüyor! Ama Lenin bu tarz kötümser, insanları çaresiz, güçsüz hissettiren, yalpalatan, ilkesizleştiren ifadeleri pek sevmediği gibi bunları küçük burjuva fikirler, ikircikli hallerin beraberinde üretilen duygular olarak niteliyor. Ona göre daha tehlikelisi ise bu öznel çaresizliğin toplumun siyasal değerlendirmesi yoluyla yansıtılmasıdır: “Kitlelerin ruh hali hakkında atıp tutanlar, kendi omurgasızlıkları için kitleleri suçlayanlar umutsuz bir durumdadır. Kitleler, bilinçli bir şekilde uygun zamanı bekleyenlerle bilinçsiz bir şekilde çaresizliğe kapılmaya hazır olanlar şeklinde bölünmüştür; ancak ezilenlerden ve açlardan oluşan yığınlar omurgasız değildir.” Elbette ki Lenin ne kitlelerin kendiliğinden bir siyasal güce dönüşebileceğine ne de devrimci bir örgütün kitlelerden bağımsız bir gücü olabileceğine inanır. Tarihsel ve materyalist bakış açısının beraberinde getirdiği nesnelliği, akılcılığı ve serinkanlılığı biteviye korur: “Kapitalizmi devirmek için kararlı adımlar atılmalıdır. Bu adımlar ustalıkla ve yavaş yavaş, yalnızca sınıf bilincine işçilerle yoksul köylülerin büyük çoğunluğunun örgütlü faaliyetine dayanılarak atılmalıdır. Ancak bu adımlar her durumda atılmalıdır.” Öyleyse “bütün sınıf güçlerinin ve ayrıca devrimci hareketlerin deneyiminin soğukkanlı ve gerçekten nesnel bir değerlendirmesini” yapmayan biri Marksist de devrimci de olamaz.

İster emeğin ve sömürünün toplumsallaşması açısından isterse bundan bağışık görülemeyecek olan ve devam eden savaşları düşünelim, devrimci görev bellidir: “Bizler Marksistiz; küçük burjuvazinin zehrine, şovenizme ve savaşın sonuna kadar sürdürülmesine, laf ebeliğine ve burjuvaziye bağımlılığa karşı proletaryanın sınıf mücadelesini savunuyoruz.” Öyleyse “kapitalistlerin sömürü ve cinayet dünyasının karşısına proletaryanın barış ve halkların kardeşliği dünyasını çıkartalım!” İdeolojiler ya da sınıflar üstü diye nitelendiren tüm zırvaları da -ki bu eğilimler de aslında sınıf çelişkisinin güncel durumuyla koşullu ortaya çıkmış küçük burjuva ya da burjuva ideolojileridir- teşhir edecek bir kuvveti geliştirelim: “İşçilerin dağınık kuvvetlerini birleştirip taleplerine biçim kazandıracak ve işçilerin sınıf bilincini ilerletecek bir kuvvete ihtiyaç var. Bu kuvvetin adı, sosyalizmdir” (Lenin). Tüm insanlığı birikmiş emeğin canlı emek üzerindeki, geçmişin şimdi üzerindeki egemenliğinden kurtarıp “geleceği elinde tutan” sınıfın öncülüğünde “bugünün geçmişe hükmedeceği” komünizmi yaratacak kuvvetin adıdır sosyalizm.

Emekçilerin farklı biçimlerde de olsa bin yıllardır sürdürdüğü mücadelenin billurlaştığı deneyimlerden biri olan Ekim Devrimi’nin ışığı hâlâ yolumuzu aydınlatıyor.

Selam Olsun Yoldaş Lenin’e ve Tüm Ekim Devrimcilerine!

Yaşasın Ekim Devrimi!


[1] “Üretimin yoğunlaşması, bunun sonucu olarak tekellerin ortaya çıkması, sanayi ile bankaların kaynaşması ya da iç içe girmesi, işte mali sermayenin oluşum tarihi ve kavramın özü budur” (Lenin, Emperyalizm).

Metinde kullanılan çeviriler:

Emperyalizm / Kapitalizmin En Yüksek Aşaması (2009), Lenin, çev: Ferit Burak Aydar, İstanbul: Agora.

Sosyalizm ve Savaş (2014), V.İ. Lenin, çev: Ferit Burak Aydar, İstanbul: Agora.

Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm (2014), V.İ. Lenin, çev: Tonguç Ok, İstanbul: Evrensel.