Türkiye devrimci hareketi hem fiziki hem de fikri olarak birbirini besleyen ve büyüten bir şekilde büyük bir sıkışmışlık içerisinde bulunmaktadır. Düzen dışı perspektife sahip her muhalif kesim, devlet tarafından sistematik bir biçimde belli alanlara hapsedilerek kontrol edilebilen, makul odaklar haline getirilmektedir. Bu alanlar üzerinde her türlü müdahale olanağına ve kapasitesine sahip devlet, sürekli olarak muhaliflerin neyi yapabileceğini, neyi yapamayacağını baskı araçları ile kontrollü bir şekilde öğretmeye, makul sınırları öğretilmiş bir duruma getirmeyi hedeflemektedir. Buna paralel bir makul, lafzi devrimcilik anlayışı inşa edilmekte, devrimcilik bu sınırlar içerisine hapsedilen bir kimlik statüsüne sokulmaktadır. Bu sıkıştırma stratejisi salt mekânsal bir boyutla sınırlı değil, aynı zamanda devrimci hareketin fikri dünyasını da bu sınırlarla belirlemektedir. Bugün makro düzeyde bunca sorunla karşılaşırken üretilen yanıtların şeklen sürekli kendini tekrar eden ve kitleye ulaşamamasının, muhteva olarak da somut gerçekliğin gerisinde kalmasının en büyük sebeplerinden biri, bu öğretilmiş ‘makul devrimciliğin’ etkin olmasıdır. Kuşkusuz bu yeni karşılaştığımız bir politika değil, ancak bunun aşılması yönündeki çabanın oldukça zayıf olduğu su götürmez.
Egemen ilişkiler ve ideolojiler yoluyla sistematik bir şekilde oluşturulmaya çalışılan lafzi devrimcilik anlayışı, bugün özellikle devlet ve onun araçları sayesinde devrimciler içerisinde bir hastalık konumuna gelmiş bulunmaktadır. Bu durumun yarattığı edilginlik siyasal ufku öyle daraltmış ve ideolojik yalpalamayı öyle güçlendirmiştir ki devrimciler öğrencilerin yurt sorununa dair afiş asmaktan, daha makro düzeyde Türkiye emekçi halkları için en radikal önerilerini kapitalist devlete karşı burjuva demokrasisini savunmaktan ileri bir noktaya taşınamamaktadır.
Fiziki olarak Kadıköy, ODTÜ, Kızılay vb. yerler dışında bir faaliyeti bulunamayan hareketlerin, kitleden izole oluşunu kendi içinde normalleştirme eğilimi marjinalliğin ilkeselleştirilmesine yani izole oluşun kendini yeniden üretimine sebep olmaktadır. Bu marjinallik o kadar kuvvetlenmiştir ki devrimcilik iddiasında bulunan pek çok siyasal odak geçelim fiili bir sınıf örgütlenmesine dair çaba göstermeyi, siyasal analizlerinde bile işçi sınıfı terimini bir örgüt tanımının sıfatı olarak kullanmaktan ileri gidememekte, tabiri caiz ise egemenlerin siyasal salvolarına figüranlık yapmaktadırlar. Aynı zamanda bu marjinalleşme, fiziki ve fikri olarak emekçi kitlelerin gerçekliğinden kopulmasına ve üretilen politikanın gerçekliğin gerisinde kalmasına, devrimci hareketin toplumsallaşamamasına sebep olmaktadır. Yani marjinalleşmenin öncülü olan bu etkenler aynı tutumun sürdürülmesi itibarıyla yeniden üretilmektedir.
Devrimci gençlik siyaseti bundan ayrı bir noktada ele alınamaz. Bizler kendimizi bu durumdan azade bir şekilde henüz fiilen bağımsız bir siyasal hattı geliştirebildiğimizi iddia etmiyoruz, aksine bizim de siyasal dünyamızın ve ufkumuzun bu gerileme süreci içerisinde geliştiğini biliyoruz, ancak bu durumun mücadele içerisinde ve savaşa katılarak aşılacağına inanıyoruz. Tarihsel ve nesnel bir siyasal ufka sahip olabilmek her şeyden önce bağımsız ve örgütsel hareket tarzını geliştirebilmeyi gerektiriyor. Emekçilerin, gençlerin, kadınların devrimci gücünü birlik ve örgütsel bir bağımsızlık içinde yaratmak için ise bir yandan fiili ilerleme diğer yandan politik ve ideolojik derinleşme zorunludur.
Belli başlı, savaşım halinde olan faaliyetler istisna olmak üzere bugün devrimcilik, düzenin dışında, ona zarar vermese bile onu rahatsız eden pozisyonundan, düzenin içinde, onun önüne koyduğu kavram setleriyle düşünüp, onun önüne koyduğu araçlarla eyler hale gelmiştir ve getirilmiştir. Bugün devrimcilik bir tekdüzeliğe, yüzeyselliğe hapsolmuştur. Oysaki “bir komünist, önemli ve çetin bir yığın işi göz önünde bulundurmaksızın ve eleştirel olarak incelemesi gereken olguları anlamaksızın, edindiği kalıplaşmış vargılar yüzünden komünistliği ile övünür durursa, gerçekten acınası bir komünist olur. Böyle bir yüzeysellik tehlikelerin en büyüğüdür” (Lenin). Aynı sloganın, aynı eylemin, aynı afişin, aynı toplantının defalarca kez tekrarlanması, monotonluk, yarın ne yapılacağının ve bir sonraki yılın özel gününde ne yapılacağının az çok biliniyor oluşu, hareketsizlik ve bunların sonucunda, yalnızca kendi dar çevresinin sorun, dert, çözüm ve mücadele önerilerine vakıf olduğundan ve sadece o dar çevrede bir “mücadele” yürüttüğünden dolayı “devrimcinin” bilgi ve deneyiminin sınırlanması, tek hale gelmesi en büyük tehlikelerdir.
Yaratılan “devrimci” budur. Bırakın Konya’daki, Kütahya’daki, Trabzon’daki gencin dert ve sorunlarını bilmeyi kendi okul arkadaşının bile dert ve sorunlarını bilmez bir devrimcilik! Oysa nasıl ki bir insan ne kadar çok çeşit bilgi ve deneyime vakıf olduğunda o kadar güçlüyse, görevi bir sınıfın bir sınıfa karşı militan mücadelesini örgütlemek olan devrimci de tarafı olduğu sınıfın farklı kesimlerinin (örneğin genç güvencesizler, genç işsizler, genç işçiler, orta yaş madenciler, kadınlar, yaşlı emekliler vb.) ne kadar dert ve sorunlarını bilir ve bunlarla ne denli hemhal olursa, onların mücadeleye dair fikirlerini, somut durumlarını ne kadar çok bilirse o kadar geniş, gerçek ve güçlü bir siyasal ufka ve hareket tarzına sahip olur. Öyleyse bize gösterilen ya da dayatılan yaşam ve eylem alanlarının dışına çıkmadığımız, bu konforu reddetmediğimiz sürece devrimciliğin hakkını veremeyeceğimiz ortadadır.
Türkiye devrimci hareketi uzun zamandır tarihsel çelişkileri ve bu çelişkinin özgül görünümleri üzerinden hareket etmeyi bir kenara koydu. Yüzeysel ve meselenin özünden uzak, sürekli yinelenen ve bir fikir üretmeyen anlayışlar yaygınlaştı. Tüm bunların karşısında çok yönlü deneyimler inşa eden ve bu deneyimlerden dersler ve fikirler çıkararak bunları yeni deneyimlerde yaratıcı biçimde kullanan sınıfsal ve devrimci bir güç siyasetinin inşa edilmesi bugünün devrimcileri için tarihsel bir sorumluluktur. Sınıf mücadelesi eksenini esas alarak toplumun tüm kesimleriyle irtibatlanmak, farklı sorunları ve çözümleri hareket halindeyken geliştirebilmek ve tüm bu deneyimleri ileri taşıyacak ideolojik yetkinliği geliştirebilmek bu gücün inşasının güvencesi olabilir. Umut-Sen anlayışını benimseyen bağımsız sendikalar, Kent Enstitüleri, Barınamıyoruz Hareketi ve KYK Borçluları gibi faaliyetler böyle bir perspektifin somut örnekleridir. Örneğin Barınamıyoruz Hareketi, bir dokunduğu insandan bin ah işitiyor ve sorunları dinlemekle yetmeyip onların mücadelelerine ortak oluyor, çoğunlukla da başarılı oluyor. KYK Borçluları Hareketi, kamuoyu desteğini de arkasına alarak iktidarın KYK borç faizlerini sildirmesini sağladı. Umut-Sen, yılın başındaki iki aylık çok ses getiren işçi direnişlerinin neredeyse hepsinde örgütleyici ya da destekçisi olarak yer aldı. Trendyol, Migros gibi kazanımlar gökten inmedi, sosyal medyaya direnişin arkasındaki onca emek ve hazırlık süreci yansımadı diye kendiliğinden olmadı. Belki bunlar çok basit ve hâlâ geliştirilmeye muhtaç denebilecek örnekler ancak insanlarla hiç somut ilişki kurmadan bütün gün afiş asıp bildiri dağıtan ve bu yolla örgütlene örgütlene devrim gününü beklemek gibi bir hayalciliğin de ötesinde örnekler. Devrime hazırlık fiili devrimcilikle olur ve bunun için de önce konforlu ve güvenli alanlarımızdan çıkmamız gerekir.