2022 Türkiye Toplantısı Sonuç Metni

2022’ye girerken Dünya ve Türkiye’nin Ana Hatlarıyla Politik Görünümü

Etrafımızdaki dünyayı, emperyalist düzeni ve küresel kapitalizmin genel işleyişini tüm bunların yerel sonuçlarıyla birlikte, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD hegemonyası altında oluşan eski düzene göre algılamak gibi hatalı bir eğilimimiz var. Bretton Woods düzeninin stabilliği, Keynesçi refah devleti, ulusal kalkınmacılık, komünizmle mücadele (hem gayrı nizami harp yöntemleriyle hem de sosyal devlet uygulamalarıyla) gibi köşe taşları olan bu eski düzen yetmişlerde krize girdi, seksenlerden itibaren başka bir ekonomi politik küresel mimari oluşmaya başladı, ulusal iktisadi ve siyasi modeller bu mimariye göre yeniden şekillendi ve doksanlarla birlikte dünyada hiçbir yer küresel kapitalizmin işleyişinin yeni evresinden etkilenmemiş değildi. Bazı ülkeler parçalandı, bazıları devlet kapasitelerini kaybetti, hemen hepsi ekonomik modelini değiştirdi ve bunun sosyal ve ekonomik sonuçlarını yaşadı, bölgelerindeki siyasal ve ekonomik pozisyonları da buna göre yeniden belirlendi.

Bu yeni dönem siyasi olarak Soğuk Savaş’ın muzaffer batısının eleştirilemez üstünlüğüyle başlasa da, tarihin sonu gibi saçma tezlerin yaldızı kısa sürede döküldü. Terimin mucidi dâhil kimse özellikle 11 Eylül saldırıları sonrası Batı sisteminin sorgulanamaz bir biçimde küresel olarak duruma hâkim olduğunu iddia etmiyor. Neoliberal küreselleşmenin imalat sanayini yetmişlerin azalan kâr oranları sorununa çözüm için küresel güneye aktarması, küresel kuzeyde refah devleti, sosyal politikalar, işçi hareketinin siyasal temsili gibi başlıkları önemsizleştirirken, dünyanın genelinde doğanın metalaşmasının ivmelenerek artmasına, emek sömürüsünün en vahşi biçimleriyle yeniden zuhur etmesine yol açtı. Bir ekolojik felaketin eşiğinde olunduğu düşüncesi küreselci siyasal eğilimi olanları sararken, ulusalcı yönelimi olanlar egemenlik kaybını başat sorun olarak tarif etmeye başladılar. Bu yüzden eski siyasal bölünmeler ve buna göre oluşan siyasal aktörler de dönüştü. Özellikle reformist sol partiler varoluş anlamlarını kaybetti ve sağcılaştı, sendikalılık oranları düştü, işçi örgütleri zayıfladı.

Bununla birlikte küresel tedarik zincirleri küresel güneye yayıldıkça Brezilya’dan Türkiye’ye farklı boy, kapasite ve kuvvette bölgesel güçler emperyalist merkezden görece bağımsız hareket kapasitelerini de arttırdılar. Latin Amerika dışında bu türden dönüşümler yaşayan ülkelerde milliyetçi muhafazakâr ideolojiler yoksullar arasında yayıldı ve bazen iktidar oldu. Bu ülkelerin hamleleri, Soğuk Savaşın durağan ve diplomasinin BM Güvenlik Konseyinden belirlendiği statükosunun aksine, kimi diplomatik krizlerin kontrol edilemez sonuçlar yaratmasına da neden oldu. Fakat bu noktada en önemli gelişme kuvvetli devlet bürokrasilerine ve güçlü ideolojik yönlendirme kapasitesine sahip rejimlerin Hindistan, Güney Kore, Vietnam ama en önemlisi Çin Halk Cumhuriyeti gibi ülkelerin farklı bir kapitalist kamu idaresi modeliyle önceki dönemle karşılaştırılamayacak bir biçimde dünya siyasetindeki ağırlıklarını arttırmalarıdır. Bunlardan özelikle Çin Halk Cumhuriyeti her geçen gün daha da artan oranda Batıya bir rakip olarak görülmekte, Çin’i idare eden siyasal liderlikte kendisini ABD’nin eşit bir ortağı gibi görmek istemektedir. Bu düşünce emperyalist merkez için kabul edilemez gözükmektedir.

2022 yılı boyunca dünyada siyasi çekişme ve rekabetin artma eğiliminin ivme kazanmasa bile istikrarlı bir biçimde devam edeceğini öngörmek kehanet olmaz. Çin Halk Cumhuriyeti’nin iktisadi gücü ve Kuşak Yol projesiyle simgelenen emperyalist eğilimi, İkinci Dünya Savaşı sonrası tesis edilen ABD hegemonyası temelli emperyalist diziliş hiyerarşisinde bir değişikliği ya da bu dizilişe Çin kaynaklı tehdidin kesin çözümle bertaraf edilmesini zorunlu kılmaktadır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ABD başkanı Biden “Biz yeni bir Soğuk Savaş başlatmak istemiyoruz, tekrar ediyorum bir Soğuk Savaş başlatmak istemiyoruz” dedi. Bir siyasal yönelim ancak bu kadar açıkça ifade edilir! Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı onu çerçevelemeye dayanan bir politikanın startı verilmiştir. Fakat bu İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasındaki Soğuk Savaş’tan farklı olarak kısa bir sürede kuvveden fiile çıkacakmış gibi gözükmüyor. Hatta bu arada İkinci Dünya Savaşı’na giderken yirmilerin ortasına hâkim olan “Lokarno Balayı” gibi uluslararası ilişkilerde barış ve uyum temelli sahte bir iyimserlik dönemi de yaşanabilir. Sonuç değişmez ve bu yeni gerginliğin dolayımında küresel düzeyde politik ve iktisadi ilişkiler yeniden şekillenecektir. Türkiye gibi bölgesel güç olan ülkelerde egemen sınıflar bu yeniden dizilişten öyle ya da böyle kârlı çıkmak için ellerinden geleni yapacaktır.

ABD bu bağlamda Soğuk Savaş strateji kitabından bir oyunu sahnelemek için kendisini Özgür Dünya karşıtlarını Hollywood senaryolarından çıkma kötü adamlar göstermeye çalışmakta, Demokrasi Zirvesi gibi şarlatanlıklar düzenlemektedir. Yeşil Kapitalizm önermesi altında hem var olan karbon salınımına dayalı teknolojileri bir savaş yaşanmışçasına hızlıca tasfiye edip Bretton Woods dönemine benzer refah üreten bir yeniden sanayileşmeyi yeniden tetiklemek istemekte, hem de bu bağlamda sözde çevreci bir hegemonya projesiyle olası demokratik muhalefet kanallarını da daha baştan soğurmak, kendisine bağlı kılmak istemektedir. Bununla birlikte özellikle 2008 finansal çöküşü sonrası neoliberal küreselleşmeden dolayı yoksullaşan Küresel Kuzeyin yoksulları arasında bu yönetici kastın herhangi bir meşruiyeti yoktur. Bu bakımdan tarihsel Beyaz Adam ırkçılığı Çin karşıtlığını popülerleştirmek için eninde sonunda devreye sokulacaktır. Ama bu arada Batı kampında demokratik görünmeyen ve yeni dönemin sağladığı özerklik şansını kullanmak isteyen Türkiye’deki Cumhur İttifakı iktidarı gibi siyasal liderlikler küresel liberal entelijensiyanın eleştiri konusu olmaya devam edecektir.

Komite başından itibaren Türkiye’deki rejim sorununu bir otoriterlik-demokrasi sorunu olarak değil neoliberal küreselleşmenin gereklilikleri doğrultusunda hızla değişen ve dönüşen ülkedeki kapitalist sistemin istikrarlı bir biçimde yönetilme sorunu olarak tanımladı. Türkiye’nin Rejim Meselesi broşüründe şöyle demiştik: “Bizler bu tartışmayı ‘yeni rejime dair ne diyeceğiz’ diye değil, hükmünü yeni bir rejim aracılığıyla sürdüren iktidar karşısındaki konumumuzu tespit etme ve mücadelemizi şekillendirme amacıyla yapıyoruz. Ne de olsa her politik dönemeçte siyasal strateji ve buna bağlı taktikleri yeniden üretmek gerekir. Sonuçta demokrasi ve diktatörlüğü -liberal olmadığımız için- kendi içinde değerler olarak değil, kapitalist toplumsal formasyonu idare etmenin biçimleri olarak görürüz.”

Kısacası, AKP doksanlarda patlayan pislikten Kemal Derviş’in gösterdiği yolda ülkeyi çıkararak kimi zaman demokrat kimi zaman otoriter bir yordamla sermaye devletinin yürütme erki görevini yerine getirdi. Girişte bahsettiğimiz yeni dünyaya sosyal ve ekonomik olarak uyum sağlamışken, siyaseten bir türlü gereken dönüşümü gerçekleştiremeyen egemen sınıflara, dönemin iktidarı kaynaklı çalkantılar ve doğal felaketlerden de faydalanarak, yararlı bir hizmet sundu. Son dönemde bu noktada sıkıntılar gözükmektedir. Türkiye’de kapitalist devleti yönetecek, emekçilerden rıza devşirmeye muktedir, istikrarlı ve uyumlu bir yürütme erkinin varlığı sorunu giderek daha fazla akut sorunlar üretmektedir. Bu durum da yürütme erkinin otoritesinin içinin boşluğunu halkın daha da fazla gözüne sokmaktadır, böylece egemenler açısından Saray iktidarı giderek bir yük halini almaktadır.

Türkiye’nin son derece ağır ve hiçbir aktörün doğrudan belirleyemediği bir süreç içinde seçime doğru kaydığını uzun zamandır tespit ediyoruz. Devletin kurumsal mimarisi 15 Temmuz öncesi biçimiyle kalsa şimdiye dek erken seçim kararı çoktan alınmış olurdu. Yürütme yetkisini egemenliğin tek meşru temsilcisi gibi gören, bugünkü ucube anayasasızlık halinde seçim kazanamayacağı hatta seçimi yakın bile bitiremeyeceği için sıradan seçim yolsuzlukları ve hileleri ile bile tersine çeviremeyeceği sonuçların ortaya çıkacağını gören iktidar, kendisine uygun bir zamanda seçim yapmak için birbiriyle tutarsız çeşitli hamleler yapmaktadır. İktidarı kaybetmemek için her şeyi yapabilir ama bir şeyler yapma kapasitesi ziyadesiyle azalmıştır.

İktidar rıza üretme kapasitesini kaybettikçe ne yapacağını daha fazla bilemez hale geliyor, bir bakıyorsunuz reformdan bahsediyor, bir bakmışsınız muhalif kesimlere dönüp sopanın ucunu gösteriyor. Fakat asıl önemlisi büyük sermaye kesiminin temsilcilerinin giderek daha yüksek sesle iktidarın bu kararsız ve zayıf tutumuna karşı eleştirel tutumlarını dile getirdiklerini duyuyoruz. Sokaktaki büyüsünü kaybeden Reis, sözcüsü olduğu iktidar birlikteliğini bir arada tutmakta zorlanıyor. Bu durum büyük basının içinde bulunduğu durumdan dolayı çok faş olmasa da dünyada herkesin bildiği bir sır olarak ortadadır. Bu noktada bir yandan Reis’in Devlet Bahçeli şahsında simgelenen güçlere mecburcu olduğu, diğer yandan da bunları daha önce liberallere ve FETÖ’ye yaptığı gibi sırtından atmak üzere fırsat kolladığı dile getirilmektedir. Bugün Reis’i tercih ettiği herhangi bir siyasal seçeneği istediği anda uygulayabilecek bir güçte görmek ve göstermek pısırık muhalefetin önde gelen üçkâğıdıdır.

Sermaye sınıfının ve onu kollayan devletin meşruiyet sorununu farklı rejim tipleri üzerinden çözmeye çalıştığını, 15 Temmuz’da ayyuka çıkan politik sorunun Erdoğan’ın kendi etrafında kontrgerilla temelli bir konsolidasyonla çözme önerisiyle aşılmaya çalışıldığını ama alternatifsiz kalmak istemeyen sermaye sınıfının Millet İttifakı’nda bir yeni seçenek aradığını daha önceki yazılarımızda öne sürmüştük. Sonuçta sermaye düzeni sürekliliği için kimi durumlarda ve kısa vadede zora dayansa da esas olarak rızaya ihtiyaç duyar. Bu yüzden burjuva demokrasisi kapitalist toplumsal formasyonun en sevdiği kıyafetidir. Unutulmaması gereken nokta bu zaaf ve politik çalkantıların altında yatan yapısal sıkıntıların varlığı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel olarak biriktirdiği siyasi cüruftur. Bu yüzden daha önce bir yazıda “Yeni rejim, Erdoğan’ın kafasından çıkmadı, gerici Cumhuriyetin rahminde büyüdü ve yine onun belirleyicisi olduğu bir konjonktürde dünyaya geldi” demiştik. Türkiye, bir kısım uzmanların kendi jargonlarında ifade ettiği gibi bir sermaye birikim rejimi krizi sorunuyla karşı karşıyadır ve bu sorunun ulusal olduğu kadar, hatta ondan daha fazla, küresel boyutları da vardır. Bu yüzden bu çalkantıların sonu basitçe siyaset alanının yeniden düzenlenmesiyle çözülemez ama siyaset alanı yeniden düzenlenecektir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi var olduğu haliyle bu değişim tiyatrosunun ilk perdesi olabilir. Mevzu zahirde öyle görünse bile liberallerin tartışmayı sevdiği gibi bir demokrasi ve dikta sorunu değildir, kapitalist devletin rıza üretmesini sağlayacak bir siyasal rejimin inşası sorunudur. Bu rejimin ideal kıyafeti demokratik olabilir ama pekâlâ dikta libaslarını da giyebilir.

Bu noktada, küresel emperyalizmin merkezi ABD’deki siyasal yönelim de belirleyici olacaktır. Nitekim Türkiye’nin egemenleri Biden havasına uyum sağlama adımlarına bir süredir başlamıştır. 15 Temmuz sonrasının en hararetli günlerinde Soğuk Savaş’tan bu yana tamamen teslim olduğu Batı bloğuna mesafeleniyormuş havası atan, gerçekte küresel düzenin güncel güç dengesinin bölgesel aktörlere sağladığı manevra alanını geniş geniş kullanmaktan başka bir şey yapmayan iktidar, bugünlerde bu mesafeyi elinden geldiğince kapatmaya çalışıyor. Libya’da ve Doğu Akdeniz’de olabildiğince Batıyı rahatsız etmemeye çalışırken Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, İsrail ve Suudilerle arayı düzeltmeye çalışıyor, Ukrayna’da Rusya’yı rahatsız etmekten çekinmiyor ve Suriye’de Direniş Ekseninin kesin zaferi kazanmasını engellemek için kendine bir fayda sağlamayan işgalini sürdürüyor.

İç politikaya dönecek olursak, iktidarı ve muhalefetiyle tüm düzen güçleri sermaye birikim rejimi anlamında aynı programı sahiplenmektedir. Kısaca ve en çarpıcı biçimde sabık bakan damat tarafından Türkiye’yi Çin yapmak diye ifade edilen bu politika, Kılıçdaroğlu tarafından da Türkiye’yi lojistik merkezi yapmak diye ifade edilmiştir. Kısaca anlatılmak istenen, Batının Çin Halk Cumhuriyeti’nin güney ve güneydoğu bölgelerine yayılan küresel tedarik zincirlerinin başlangıç noktalarının siyaseten aynı kampta bulunulacak ülkelerde toplama çabasıyla uyumlu olarak ucuz işgücü, sıfır işçi sağlığı ve güvenliği koruması ve düşük çevre standartları uygulamalarıyla bunları Türkiye’ye çekme planıdır. Bu politika ne kadar ambalajlanırsa ambalajlansın, küresel işbölümündeki yeri düşünüldüğünde Türkiye’nin ancak düşük katma değerli sektörlerde bunu başarabileceği ortadadır ama kâr oranlarına yarayacağı için sermaye sınıfının ve egemenlerin bu umurunda olmaz. Bunlar, halkımızın kanını, toprağını, doğasını küresel sermaye birikim rejiminin gerekleri doğrultusunda peşkeş çekmekten bir an bile geri durmazlar. Bu ucube kentleşme politikasını aynen sürdürüp şehirlerimiz borçla köleleştirilmiş ucuz ve güvencesiz bir emek gücünün yuvası haline getirirler.

Tablo üç aşağı beş yukarı bellidir. Egemenler son beş yılın siyasal çalkantılarından sermaye sınıfının taleplerini hayata geçirmek için faydalandılar. Şimdi ise ortaya çıkan toplumsal öfkeyi Cumhur İttifakı ile pazarlıklarında kendilerine yedeklemek istiyorlar. İktidar değişikliği havucuyla solu kendi politikaları doğrultusunda yönlendirmeye çalışıyorlar. Sermaye sınıfı ve onun siyasi temsilcilerinin toplumsal isyanın önüne geçmek programının karşısında olan proletarya ve müttefiklerinin görevi sahiden isyanın önüne geçip ona yol açmak, önderlik etmektir. Son on, on iki yıldır işçi hareketi zemininden fışkıran direnme eğilimini yaygınlaştırmak, bu eğilimle, birleşik örgütlenme ve mücadele zeminleri yaratarak bu çabalarla daha fazla buluşmak gerekir.

Bu tespit Umut-Sen Konferansı Sonuç Metni’nde şöyle ifade edilmişti: “Sıra artık çoban ateşleri gibi Anadolu’nun dört bir yanında boy veren bu mücadele iradesini politik bir programa ve kolektif bir direnişe dönüştürecek inisiyatifin alınmasına gelmiştir. Yer altında köstebek, yeryüzünde kaplan, gökyüzünde kartal olacak, sermaye sınıfını titretecek bir proletarya hareketinin inşası için gereken adanmışlık ve cüretle işe koyulmanın zamanı gelmiştir. Tam da sermaye sınıfı ve onun devleti bir dönüşümün sancılarını yaşarken harekete geçmek, bu dönüşüm tamamlanmadan bazı kurucu hamleleri yapmış olmak gerekir. Aksi halde tıpkı AKP dönemi boyunca olduğu gibi işçi hareketi de, çevre hareketi de ve diğer toplumsal mücadele başlıkları da egemenlerin iç çatışmasının kenar süsü olmaktan ileri gitmeyecekleri bir dönem daha yaşayacaktır.”

Metinde de ifade edildiği gibi, sermaye sınıfının bu programına karşı bir set çekmek bugün sınıf hareketinin temel ekseni olmalıdır. Anadolu’nun dört bir yanına yayılmış sanayi bölgelerinde maden bölgelerinde köklenmek, doğanın metalaştırılmasına ve en kan emici biçimiyle gerçekleşen emek sömürüsüne karşı örgütlenmek tek yoldur. Bu yapılmadan Ankara’nın at pazarlığı siyasetinde yer kapmaya çabalamanın da anlamı olmaz. Egemenlerin ezilen ve emekçi halkımızı, bu seferkinin o kadar uzun süreceğini sanmasak da, bir yirmi yıl daha rıza devşirerek güdeceği bir düzeni kolayca kurgulamasına izin vermeyelim. Yeni oyun kurulurken köşemizde oturup seyretmeyelim, düzenin bizi sıkıştırmak istediği sembolik muhalefet mekânlarının dışına çıkmaya cüret edip sanayi ve maden hazalarında, metropollerin çöküntü bölgelerinde, neoliberal küreselleşme gerçeğinin çölünde köklenip örgütlenelim.

Bizler sarı sendikacılığın masalarını devirip kalkan kendi örgütlülüklerini sıfırdan inşa eden madencilerin, kendi öz örgütlerini yaratan taşeron PTT işçilerinin, Anadolu’nun en muhafazakâr kasabalarında hakları için direnenlerin yanında kavgamıza devam edeceğiz. Bu ülkenin ezilenleri ve emekçileri mücadele iradesine sahip olduğunu, sol faşizm öcüsüyle kitleleri korkuturken ortaya koydu. Devrimciler, Saray’ı birileri devirsin bizim ayağımıza taş değmesin korkaklığıyla hareket edemez, şovenizmle, mezhepçilikle, halk düşmanlığıyla mücadeleden geri duramaz. Bizim yakın dönemli siyasi hedefimiz Cumhur ittifakı iktidarından kurtulmak ama sermaye sınıfının düzen içi alternatifine solu yedekleme tezgâhına da çomak sokmaktır.

Bizim görevimiz faşizm geliyor tantanasıyla ortalığı ayağa kaldırmak değil, örgütleri iğdiş edilen, haysiyetleri kırılmak istenen, her türden gericilikle çevrilen ezilenleri ve emekçileri zincirlerini kırmaya sevk etmektir. Politik hedefimiz Erdoğan rejimidir ama bunu cumhuriyeti ya da onun şu ya da bu yönünü kurtarmak için yapmıyoruz. İçinden geçtiğimiz siyasal konjonktürü anlamlandırma çabamızın başarısı, ortaya çıkan sonucun ne kadar insanı etkilediği ve saflarımıza katılmalarına yol açtığıyla değil, iktidar karşısında doğru mücadele hattında kalmamızı sağlamasıyla ölçülür. Bugün sosyalizm idealini yeniden güncel kılmalı, proletarya devrimciliğini halk arasında gerçek bir hareket olarak örgütlemeliyiz. Devrime odaklanarak mücadeleye devam etmenin başka ölçütü yoktur. Öyleyse tarihsel materyalizm ışığında proletarya devrimciliği mücadelesi için ileri!

İsyan, Devrim, Özgürlük!