Tek kutupluluğun sonu ve küresel savaş tehlikesi

Küresel durum en küçük kıvılcımın büyük ölçekli ve hatta çok taraflı bir savaşa yol açabileceği bir dengesizlik içinde. Tam da bu yüzden Amerikan Temsilciler Meclisi Başkanı Pelosi’nin Güney Doğu Asya turundan Kosova’nın Mitroviçe şehrindeki yerel bir gerginliğe her başlık flaş haber haline gelip basının ilgisini çekiyor. Öyle ki bunları izlemekten zaten devam eden savaşlara Rusya’nın Ukrayna işgaline ya da Suriye’nin kuzeyine yeterince ilgi gösteremiyoruz. Böylesi bir hal şaşırtıcı değildir küresel düzenin büyük aktörleri arasında yaşanan önemli güç değişikliklerinin siyasal iktisadi ve diplomatik sonuçları tarihin hiçbir döneminde sancısız ortaya çıkmamıştır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin neoliberal küreselleşme oyununu (bir ölçüde de Mao’nun ÇKP’sinin yarattığı mirasa da dayanarak) çok başarılı oynaması bu ülkeyi iki asırlık bir aradan sonra yeniden son iki bin üç yüz yıldır olduğu gibi gezegenin en önemli güç odaklarından biri haline getiriyor. Ama tarihin hiçbir döneminde hegemonik güçler sessizce sahneden çekilip rakiplerinin yükselmesine izin vermemiştir. Atlantikçi kutup Çin’in ve olası müttefiklerinin bizdeki deyimle köpeksiz köyde değneksiz gezmesine izin vermez.

Bu tespit büyük ölçekli bir savaşa neredeyse Soğuk Savaş sırasında olduğumuzdan bile daha yakın olabileceğimiz çıkarımının da temelidir. Barış talebi ve küresel bir barış talebi ise bugün kuvvetli bir biçimde ortaya koyulamıyor. Bunun önemli bir nedeni özellikle “sol” çevrelerin küçümsenmeyecek bir kesiminin neoliberal ilericilik ve Atlantikçi değerlerin ideolojik hegemonyasının altında olmasıdır. Bu sollar iki tarafın savunduğunu iddia ettiği değerleri de umursamayan öz gücüne ve proletarya siyasetine dayalı gerçekten tarafsız bir politik tutum alma kabiliyet ve kapasitesinden yoksundur. Sosyalizme dair, ileri burjuva demokrasisinin radikal biçimde katılımcı ve radikal biçimde eşitlikçi bir güncellenmesi dışında bir siyasi tahayyülü kalmamış solun bu ideolojik yenilgi ortamından bir an evvel çıkması bu küresel savaş tehdidi ortamında daha da acil hale gelmiştir.

Bu ideolojik yenilgi durumunun daha farklı saiklerle olsa da, Türkiye solu açısından da tek kutupluluğun zayıflamasından kaynaklı güncel krizde net tutum alınmasını engelleyen bir sebep olduğuna geçen sayıda şu satırlarla dikkat çekmiştik: “Türkiye’de yerli entelijensiya toplumsal üretim ilişkilerinden bağımsız bir batılı değerler fantezisine sofuca inanır. Tek kutupluluk tüm kusurlarına rağmen bu batı değerlerinin zaferini simgeler diye düşünür. Oysa tarihsel materyalistler toplumsal üretim ilişkileri ve bunların somut yansıması olan sömürü, tahakküm biçimlerinden ve onların sistemsel hali olan yeni sömürgecilik ile onun politik mirasından bağımsız bir batılı değerler soyutlamasının tarihsel somutluğu yani hakikati anlatmakta bir yeri olduğunu düşünmez. Dolayısıyla barış dediğimizde bir tarafın zaferini değil iki taraf arasındaki şiddetin durmasını kastederiz. O yüzden sınıflar arası değil, sadece (…) halklar arasında barışı savunuruz.” Güncel krizin savaşa dönüşmemesi için ihtiyaç çatışan tarafların birinin değerlerine değil reel politik çıkarlarda bir denge tutturan bir uzlaşının bulunmasıdır. Bununla birlikte böylesi uzlaşılar da bu konjonktürde uzun ömürlü olmaz, belki proletarya siyasetinin bu arada biraz toparlanabilmesi ve gerçek bir küresel barış hareketi yaratabilmesi için bize bir avans verir.

Yukarıda da alıntıladığımız son sayıdaki yazıda “Tek kutupluluğun sonunun anlamı nedir? Bunun yanıtını bugünden vermek çok güç. Emperyalistler arası rekabet döneminde olduğu gibi farklı biçimler alan kapitalist bölgesel ekonomilerin dünyadaki kaynak ve pazarlar için açıktan paylaşım savaşlarına girmesi de olasıdır, devlet kapitalizmi diye çok kabaca ifade edilebilecek ülkelerle Atlantikçi Batı arasında yeni bir soğuk savaş dengesinin oluşması da” demiştik. Bu noktada önemli olan şudur, biz proletarya devrimciliğinin bağımsız siyasetini geliştirebilecek miyiz? Kuşkusuz, tüm sol kesimler bu iki kapitalist seçenekten birini tercih etmiyoruz diyecektir, gerçekte ise eşit olmayanlar arasında sahte eşitlikler kurarak ya da tem tersi aynı olanları farklıymış gibi göstererek tarafların birinin değerlerini şu ya da bu sosyalist ilkeye benzer ya da yakınmış gibi pazarlayarak herhalde pasif bir tutumla taraf olacaklardır. Kimileri de güçsüzlükten kaynaklı siyasetsizliği hiçbir konuda tavır almayıp sadece lafazanlık yapmayı ilkeli bir sosyalist tutummuş gibi pazarlayacaktır. Bunlar kehanet değildir, zaten bu türden örneklere Rusya’nın Ukrayna işgali sırasında tanık olduk. Bu türden oportünizmlerle mesafeli olmak gerekir, tabi bunu söylemek kolay pratikte hayata geçirmek zordur.

Böyle bir pratiğin neye benzeyeceğini göstermek için bütünüyle aynı olmasa da Türkiye’deki kimi durumlardan bahisle bu zor pratiğin nasıl hayata geçirilebileceğinden bahsedelim. Saray iktidarına karşı mücadele uzun bir süre Türkiye solunun etkin kesimlerinde bir demokrasi sorunu olarak görüldü ve tartışıldı. Mantık şuydu, MHP ve AKP’nin bir araya gelişi tıpkı yetmişlerin milliyetçi cephe hükümetleri gibi olağanüstü bir iktidardı ve halk kesimlerine zor ve baskı yoluyla kendilerini dayatıyorlardı, dolayısıyla böylesi bir büyük kötülükten kurtulmak için geniş bir demokrasi ittifakı oluşmalıydı. Nitekim bunun bugün büyük ölçüde oluştuğunu görüyoruz. Oysaki Saray iktidarının reisi özellikle yoksul kesimlerden Türkiye’deki vahşi sömürü düzeni için rıza devşirebilen bir siyasi kişilikti, başarısız darbe girişimiyle içindeki çelişkiler açığa çıkan devletin sert çekirdeği açısından da ulusalcılar ve MHP’nin desteği devlet mekanizmasındaki kofluğu ve çelişkileri perdeliyordu. Kuşkusuz toplumdaki politik, mezhepsel ve etnik polarizasyonu daha da kaşıyıp kendilerini destekleyen demografik bloğu güçlendirmek için seçilmiş hedeflere şerefsizce saldırdılar ama bu kanlı olaylar esas hedefin her zaman bu vahşi sömürü düzeni için halkın çoğunluğundan rıza devşirilmesi olduğu gerçeğini değiştirmez.

Nitekim bu rızanın devşirilemediği noktada Millet İttifakı ve onun genişletilmiş halleri tüm siyasal çalkantılara rağmen Saraya karşı bir iktidar alternatifi olarak kendini sağlam biçimde ortaya koydu. Gelinen noktada fiiliyatta Türkiye solu bütün siyasetini düzen muhalefetine bağlamış oldu, herkes Kılıçdaroğlu’nun aday olup seçim kazanmasını bekliyor, oysa söylem düzeyinde faşizme karşı mücadeleden başlayıp diktatörlükle hesaplaşmaya her tür radikal jargon kullanılıyordu. Ne ara CHP’den medet umar ya da ona akıl öğretir hale gelindi. Baştaki tespitleri yanlış yaparsanız kendinizi sınıf düşmanının zafer alayını alkışlarken bulursunuz. Benzer bir biçimde bugünlerde iyice açığa çıkan çekişmede küresel değerlere dayalı başka söylemler üzerinden siyasal pozisyon almak da solun siyasi iradesini fiilen çatışan taraflardan birinin tercihlerinin kuklası haline getirebilir.

Türkiye solundaki kuvvetli Batıcı damar onu Atlantikçi etkilere açık kılarken, Kurutuluş Savaşı’nın resmi tarihinden mülhem antiemperyalizm anlatıları da onu Avrasyacı etkilere açık kılıyor. Her iki etkinin de kaynağı da egemen sınıfın yerli özellikleri kaynaklı ideolojik söylemlerdir. Küresel güç dengelerinde çarpıcı dönüşümler esnasında ilkeler ve değerler jargonuyla süslenmiş her iki tarafa eşit mesafeli apolitizmler de egemen sınıfın türküsünü söylemeye yakın ölçüde sınıf ihanetidir. Somut durumun somut analizini her vakada yapıp barış talebini ve proletaryanın bağımsız siyasetini her koşulda savunacağız.

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Eylül 2022 tarihli 31. sayısında yayınlanmıştır.