Gerçek mezar kazıcılarının birliğini ve zaferini yaratmak zorundayız!

Sınıf mücadelesi devam ediyor. Örgütlü bir güç ve hareket tarzına sahip olması açısından emekçiler hâlâ mücadelenin zayıf tarafını teşkil ediyor ve bu durum onu doğal afetler gibi ortaya çıkan her yeni duruma karşı daha savunmasız ve çaresiz kılıyor. Bu mücadele temelde çıkar ve güç ekseninde belirleniyor. Emekçilerin safında yer almak ve tarihsel olarak ortaya çıkmış bu toplumsal olanağı örgütlü ve fiili güce dönüştürmek ise en başta devrimcilerin görevi.

Sınıf mücadelesi farklı biçimlerde ve dönüşerek varlığını sürdürürken sermaye ve devletler merkezileşiyor. Küresel ölçekte işçileşme hızla yoğunlaşıyor. Marx’ın göreli aşırı nüfus olarak ifade ettiği toplumsal kesim hızla artarken kır ile kent, tarım ile sanayi arasındaki çelişki her iki taraftaki sömürünün ve piyasalaşmanın yoğunlaşmasına neden oluyor. Sermaye ve sanayi nereye giriyorsa orada işçileşme, kirlilik, güvencesizlik artarken yaşamsal koşullar o denli kötüleşiyor: “Bir sanayi ve ticaret kentinde sermaye ne kadar hızlı birikirse, sömürülebilir insan malzemesi buraya o kadar hızlı akar ve işçiler için çarçabuk sağlanan konutlar o kadar kötü olur” (Marx). Sermayedar sınıfına açılan topraklar, kaynaklar insanları yerinden ederken onları belli yerlerde ve eskisinden daha kötü koşullarda yaşamaya mahkum ediyor. Ya da bu sınıfın bölgeye girmesiyle emeğini satmak zorunda kalan işçiler, yoksullar en kötü ve güvensiz konutlarda, en sağlıksız beslenmeyle yaşamlarını sürdürmek zorunda kalıyor. Proleterleşme ve mülksüzleşme emekçiler için sadece toplumsal ilişkileri değil insanın doğayla ilişkisini de çelişik hale getirmeye devam ediyor. Ekolojik bozulma yoluyla yaratılan değer sermayeye eklenirken bu bozulmanın en derin etkisini emekçiler yaşıyor. Bir yanda hızla gelişen bir bilim ve devasa bir teknoloji diğer yanda temel ihtiyaçlarını bile gideremeyen milyonlar arasındaki çelişki en çok da doğal afetlerde görünür hale geliyor. Kapitalist üretim ilişkilerinin mantığının dışavurumu olan emek ile sermaye arasındaki bu temel çelişkiyi görmezden gelip buna insan ile doğa çelişkisini ikame etmek ise ahmaklıktan başka bir şey ifade etmiyor.

İnsan doğa ilişkilerinde kentlerin, doğaya uyumlu olmayan, kapitalist kentleşme anlayışı doğrultusunda şekillenmiş olmasının yıkıcı sonuçlarını yaşıyoruz. Emeğin ve doğanın sömürüsü küresel ölçekte yoğunlaşırken bu sömürüye engel olabilecek ya da bunu sekteye uğratacak her hareket sömürü biçimlerini ve ilişkilerini de değişime zorluyor. Emekçilerin gücüne karşı sermayenin ve devletin etkinliği ve hareket tarzı da yeni biçimler alarak özellikle neoliberal süreçle birlikte ikisi arasındaki ilişki revize ediliyor. Devlet ve onun sahip olduğu mekanizmalar ve olanaklar doğrudan ya da dolaylı olarak sermayedarların hizmetine koşulurken özelleştirmenin, güvencesizliğin, doğayı tahribatın artmasının her türlü yasal ya da fiili yolu açılmaya devam ediyor. Bizde de benzer bir süreç işledi ve işliyor: “AKP ve güç ağları (tarikat, mafya, müttefik siyasi partiler ve bağlı oluşumlar, sendikalar, STK’lar, medya, belediyeler, odalar), tam da Anadolu’nun yeni proleter emekçi kesimlerin kırlardan şehirlere, sanayi enerji havzalarına, hizmet ve turizm sektörlerine, tarım işletmelerine ucuz iş gücü olarak sürülmesine, istihdam edilmesine, yedek sanayi ordusunun hazır bekletilmesinde siyasal ve ekonomik taşeron işlevi üstlendiği sürece ayakta kalabildi. Şimdi AKP’yi de sarsan şey, bu yeni sınıfsal gerçekliktir. Mülksüzleşen, işçileşen, yedek işgücüne dahil olan emekçi sınıfların rızası dilencileştirici sosyal politika uygulamalarıyla devşirilemiyor. AKP ve güç ağlarının yönlendirdiği yerel ve ulusal siyasal/kadrosal ilişkilerin, emekçilerin boyun eğdirilmesinde üstlendikleri taşeron, aracı işlev yoluyla büyük küçük belli bir zenginliğe, mülk birikimine sahip olmaları aynı kültürel, siyasal ortamla, ağlarla o ya da bu düzeyde ilişkisi olan yoksullaşan ve mülksüzleşen emekçi sınıf mensupları tarafından bilinmektedir. Kendilerinin yoksullaşması, mülksüzleşmesine aracılık eden bu ilişkilerin hukuki, siyasi, ekonomik olarak devletçe alenen korunduğu da herkes tarafından görülmektedir. Dolayısıyla geleceğe dair arayışı olanların, düzenin doğrudan ya da dolaylı parçası ve yeniden üreticisi konumunundan kurtulmak isteyenlerin bakması gereken yer kentlileşen, mülksüzleşen proleter kesimlerin huzursuzluğu ve öfkeleridir.”[2] Hepimizin eksiğinin bu huzursuzluğu ve öfkeyi örgütlü bir güce dönüştürmek olduğunu 6 Şubat’ta yaşanan deprem nedeniyle acı bir şekilde bir kez daha görmüş olduk.

Depremden etkilenen binlerce insanın bölgeden uzaklaşmak zorunda bırakılmasıyla o insanların yaşamak için emeğini satmak zorunda olması sömürü ilişkilerinin aynı mantığının farklı görünümlerinden ibaret. Bu uzaklaştırma bir süre sonra yerini bölgenin ekonomik ve politik olarak yeniden inşasına bırakacak. Devlet deprem sonrasında yıkımın zararlarını azaltmak, bu tür zararların oluşmamasını sağlayacak bir planlama ve inşayı hiçbir şekilde gündemine almamış tüm örgütlülüğünü, oluşan devasa rantiyeyi merkezine alan pratik bir süreci örgütlemeye çalışmaktadır. Depremin hemen ardında OHAL kararı ilan edilmesini de, kendisine ayak bağı olabilecek bireylerin korunması gereken mülkiyet hakları, var olan hukuki itiraz hakları veya denetim mekanizmalarını baypas etmek için kullanılacağı ortadadır.

Kapitalist kentleşme ile birlikte hızla imarlaşma ve halihazırda devam eden sanayileşme, buna bağlı olarak mülksüzleştirme, borçlandırma ve proleterleşme sermayedarlar, devlet ve uluslararası fonlara dayanan projeler aracılığıyla inşa edilecek. Bu süreci öngörmek için kahin olmaya gerek yok. Kritik olan, bu inşa süreciyle nasıl mücadele edileceği. Kuşkusuz ki bölgedeki dayanışma süreklilik arz etmeli. Ne var ki önceki deneyimlerden de biliyoruz ki bu tarz durumlarda dikkat edilmesi gereken bazı hususlar var. Bunlardan ilki, dayanışma faaliyetlerinin devreye girmesiyle devletin bir süre geri çekilerek zeminin temizlenmesini beklemesi, onun yerine getirmesi gereken sorumlulukları gönüllülerin almasına dönük bir paradoksa neden olacağıdır. Kuşkusuz ki bu dayanışmanın büyütülmemesi gerektiği yönünde değil devletin hareket tarzını ve çıkarına dönük planını anlamak yönünde bir paradoks olarak düşünülmeli. Diğer önemli husus, depremin hemen ardından Dünya Bankası’nın “Türkiye Deprem, Sel ve Orman Yangınları Acil Durum Yeniden İnşa Projesi (TEFWER) ve İklim ve Afete Dirençli Şehirler Projesi’nden Koşullu Acil Müdahale Bileşenleri (CERC’ler) projeleri” için 1.78 milyar dolarlık yardımı beyan etmesi yoluyla da anlayacağımız gibi uluslararası fonların kullanıldığı projelerin bölgedeki insanlarla kurulacak dayanışmacı politikanın yerini alacak olması yönündeki girişimlerdir. Dolayısıyla depremin kayıplarını yaşayan insanlarla onları bu koşullara mahkum eden güç ve ilişkilerle hesaplaşacak yönde ilişki kurmak yerine bu güç ve ilişkileri perdeleyen ‘ekolojik’, ‘göçmenlere duyarlı’, ‘sosyal hakları gözeten’ vb bir kentleşme söylemi ile proje sektörü bölgeye hakim kılınmaya çalışılacak. Geçmiş deneyimlerimizden biliyoruz ki proje sektörünün başlangıçta dayanışmacı olan unsurları da bir süre sonra kendine eklemlemesi gayet mümkün. İşte ikinci ve ihtiyatlı olunması gereken diğer tehlike tam da uluslararası fonlara dayanan bu STK’cılığın devrimci dayanışmaya ikame edilmesidir.

Büyük ve acı bir deneyimi yaşıyoruz. Sömürünün, rantın, güvencesizliğin olduğu yerde bunlara karşı dayanışma, örgütlenme, devrimci bir gücü biteviye biriktirecek ekonomik, politik, etik ya da ekolojik değerlere göre tesis edilen ilişkiler ve müdahaleler olmadığı için bölgedeki halk her türlü çaresizliğe de manipülasyona da saldırıya da açık hale geliyor. Güncel ve kısa vadede devrimci sorumluluğumuz ise, yeniden inşa sürecinde doğayla uyumlu bir inşa süreci için çaba harcamak, bölgedeki ihtiyaçlara göre varolan gücümüzü akılcı biçimde seferber etmek, her yerde dayanışma ağları kurmak ve bu yolla sermayedarların, müteahhitlerin, devletin ve siyasal iktidarın, çetelerin, cemaatlerin bölgede yaratacağı manipülasyona ve ilişkilere müsaade etmemektir. Bu ise ancak bölgede fiili ve kalıcı bir ilişki tarzı kurulmasıyla mümkündür. Elbette ki bundan önce yapmadığımızı bundan sonra yaparak telafi edemeyiz. Ama esas mesele, sadece halkın kayıplarıyla ilgilenmek, yaralarını sarmak değil onun kayıplara uğramasına, yaralanmasına neden olan etkenleri ortadan kaldıracak toplumsal gücü her an ve her yerdeki ilişkilerle ve bu ilişkilerin sürekliliği ile merkezileştirmekle ilgili. Devrimciler açısından bu yönde bir çaba ve çalışma, özveri ya da fedacılık değildir. Devrimci sorumluluklarımız vicdandan, haysiyetten, minnetten ya da merhametten değil tarihsel zorunluluklardan ileri gelir.

Devrimciler ezilenlere borçlu oldukları için değil esas olarak tarihsel gerçekliğin zorunluluklarına göre hareket ederler. Emekçilerle sadece acil ihtiyaçları doğrultusunda değil onlarla devrimci bir hareketi yaratacak olanakları ve gücü geliştirmek için sürekli ve yaygın bir ilişki kurarlar. İkincisi yoksa ilki de olmayacaktır. Kapitalist üretim ilişkileri aracılığıyla yeniden ve yeniden üretilen ekonomik, politik, ideolojik vb tüm ilişkilerle kuşatılmış olan emekçilerin hem güncel ve hayati ihtiyaçlarını hem de politik/ideolojik ihtiyaçlarını, yani kısa vadeli ve uzun vadeli ihtiyaçlarını birlikte karşılayabilecek bir ilişki tarzı geliştiremeyenler ilkini dikkate alıp ikincisini göz ardı ettiğinde pragmatist, ikincisini dikkate alıp birincisini ihmal ettiğinde ise idealist ya da en iyi ihtimalle ütopist olmaktan kaçamayacaktır. Sadece çalışırken değil sokakta, barındığı konutta ölüme mahkum edilen, sadece toplumsal ilişkilerin yarattığı cenderede sıkışan değil afetlerin yarattığı sonuçları da ölümüne yaşayan binlerin mezarını kaldırmamak için savaşı emekçilerin lehine çevirmek, emekçilerin sermayedar sınıfının ve onu üreten tüm ilişkilerin, kurumların ve güçlerin mezarcıları olmasını sağlamak için hemen bugünden çalışmaya başlamak ve “bugünkü hareketin içinde hareketin geleceğini de” yaratmak zorundayız.


[1] “Burjuvazi en başta kendi mezar kazıcısını üretir” (Komünist Manifesto).

[2]https://umutsen.org/index.php/cagrimizdir-anadoludaki-kuresel-fabrikayi-birlikte-orgutleyelim/